Arkadaşım Halit anlatıyor:
Evde bir cep defteri
buldum, masamın altında… Evdekilere sordum, hiçbirinin değilmiş. Lâcivert
kaplı, şık, güzel, yaldızlı bir defterdi. Kimin olduğunu anlamak için açtım
defteri. Daha ilk sayfasında şaşırdım. Büyük bir kişinin ama çok büyük birinin
adı, ev adresi, telefon numarası yazılıydı. İkinci sayfayı çevirdim, orada da
alt alta üç büyük kişinin adı, adresi, telefon numaraları vardı. Sayfaları
çevirdikçe şaşkınlığım artıyordu. Ne kadar tanınmış siyasetçiler, idareciler,
ileri gelenler varsa, defter bunların adresleriyle doluydu. İçlerinde en küçük
olanı, genel müdür… Bişeye daha dikkat ettim, defterde adı, adresi olan politikacılar, hep iktidarda
olanlardı.
Benim yerimde kim olsa
şaşırır. İçinde büyüklerin, ileri gelenlerin adresleri dolu defter, bana hemen
patlayacak bomba gibi geliyordu. Bu defteri bir düşmanım evime gizlice
bırakmış olmalıydı. İçi, büyük adamların adresleriyle dolu defterlerle bana
ne gibi bir düşmanlık yapabileceklerini kestiremiyordum ama bu defterin hiç de
iyi niyetle yazı masamın altına bırakıldığını sanmıyordum. İçimi, anlatılmaz bir korku sarmıştı. Belki şimdi kapı çalınacak,
içeri sivil polisler dalacak, bana, “Çıkar defteri!” diyecekler.
Ben titreyerek, “Ne
defteri?” diye soracağım.
Odamı
arayacaklar. Elleriyle koymuş gibi defteri bulacaklar.
Böyle olacağını adım gibi
biliyorum. Bu defteri benim evime bırakan alçak her kim ise, gidip polise de
haber vermiştir. Büyük bir tuzağa
düştüğüm besbelli işte…
Polisler defteri bulunca,
“Söyle!... diyecekler. İrili, ufaklı ne kadar büyüğümüz varsa, bu deftere neden
adreslerini yazdın? Sicillerini mi tutuyorsun? Şantaj mı yapacaksın, yoksa suikast mı?”
Aman Yarabbi!... Ben ne
derim? Ne desem inandırabilirim?
Bu defteri hemen
yakmalıyım, küllerini de rüzgâra savurmalıyım.
Bana bu komployu kuran
alçak kim? Akşam eve üç arkadaşım gelmişti. Onlar yapmaz böyle şey… Biri
doçent, biri kütüphanede memur, biri de edebiyat öğretmeni…
Defteri yakmak için
banyonun ocağına sokarken kapı çalındı. Akşam bize oturmaya gelenlerden,
Üniversitedeki kütüphanenin memuru olan 20 yıllık arkadaşım Halit gelmişti. O
da benim kadar heyecanlı, Telaşlıydı. Önce o bana, “Ne o, rengin atmış?” diye sordu.
Ben de ona, “Nedir bu
halin?” diye sordum.
“Aman, ben dün gece burada
bir defter düşürmüş müyüm?”
Defteri uzattım, “Bu mu?”
Elime atıldı, “Aman, bu
işte… Bu defter. Kaybettim diye o kadar üzüldüm ki, anlatamam.
Elinden tutup çalışma
odama çektim. “Korkudan ölüyordum, dedim. Şimdi bana doğru söyle, bu kadar
büyük adamın adresi sende ne arıyor?”
Bu sefer o şaşırdı: “Sende böyle bir büyük adamlar adres
defteri yok mu?”
“Yoooo…”
“Aman bir tane yap,
cebinde bulunsun. Bak, bu adresleri neden yazdığımı sana anlatayım. Bende son
zamanlarda bir dolma kalem merakı başladı. Kimini satın alıyorum, kimini hediye
ediyorlar. Geçenlerde, bir otelde buluştuğumuz, Almanya’dan gelen bir arkadaşım
da hediye etti. Otelden çıkar çıkmaz, dayanamadım, kalemi şöyle bir muayene
edeyim dedim… Deftere ‘ince nârince’
yazdım. Kalemin ucunu bir daha muayene ederken, iki omzuma iki el yapıştı:
“Ne yapıyorsun?”
“Ben mi? Hiç… Kalem
muayene ediyorum.”
“Hı hıı… Kalem ha? Ne iş
yaparsın sen?”
“Ben Üniversitede…” demeye
kalmadı:
“Haaa…
Profesööör… Vay profesör vay…”
Biri sol böğrümü
dirseğiyle muştaladı:
“Yürü bakalım.”
“Aman beyler… Bir
yanlışlık…”
“Yürrüüü…”
Bir dirsek de sağ
boşluğuma gelince, yürüdüm. İstersen yürüme… Bir karakola gittik. Beni bir
odaya attılar. Bekledim, gelen arayan yok… Neden sonra biri geldi:
“Çök!” dedi.
“Çökemem… dedim”
“Çökemezmiş. Vay profesör
vay! Çıkar üstünde ne varsa…”
Üstümdekileri çıkarıp
masanın üstüne koydum: On dört tane
dolmakalem, iki kitap, bir cep defteri…
Dolmakalemleri gösterdi:
“Bunlar ne?”
“Dolmakalemi…”
“hı
hııı… Dolmakalemi ha… Vay profesör vay!
Üç kişi daha geldi. Hep
birlikte araştırmaya başladılar.
“Bu ne?”
“Zımpara kâğıdı…”
“Bu ne biçim zımpara
kâğıdı be, üstünde tırtık yok. Sen kime yutturuyorsun?”
“İnce zımpara, kuyumcu
zımparası…”
“Hı
hııı… İnce zımpara ha… Vay profesör vay!”
Bunu söyleyen bir de omuz
vurdu. Baktım iş kötüye gidiyor:
“Beyler, dedim, bir
yanlışlık olacak… Ben bu muameleye layık değilim.”
Cep defterimi karıştıran,
“Sıtt!” diye azarladı.
Sonra birden gözleri parladı:
“Bu ne?”
Demin deftere yazdığım “ince nârince” kelimelerini
gösteriyordu.
“İnce nârince…” dedim.
“İnce nârince ha? Ne demek
bu?”
“Hiçbişey demek değil…”
“Hiçbişey değilse neye
yazdın?”
“Kalemin ucunu muayene
ediyordum da…”
“Yaaa…
Peki, neden başka bişey yazmadın da, ince nârince diye yazdın?”
Bunu hiç düşünmemiştim
doğrusu…
“Bilmem, dedim, aklıma
öyle gelmiş, öyle yazmışım…”
“Hııı… İnce nârince…
Görürsün sen ince nârinceyi… Aklına öyle gelmişmiş… Neden aklına başka bişey
gelmiyor?”
Biri daktilo başına geçti.
Zabıt tutmaya başladılar. Beni aldı bir korku… Gelişigüzel yazdığım “ince nârince” yoksa bir casus şebekesinin
şifresi miydi? On dört dolmakalem, cep defteri, kuyumcu zımparası, ince nârince… Kim olsa şüphelenir. Üstümde
çıkan her şeyin hesabını verebilirdim ama “ince
nârince”nin hesabını nasıl verecektim? Nereden aklıma o geldi, başka bişey
yazamaz mıydım?
Cep defterimi karıştıran
polis, sayfaların birinde birden durdu. Sonra o sayfayı öbürlerine gösterdi.
Fısır fısır bişeyler konuştular. Birdenbire değiştiler. Defteri karıştıran,
defterdeki bir adresi gösterdi:
“Affedersiniz beyefendi,
dedi, buradaki isim neyiniz olur?
Birden sesi, davranışı
değişivermişti.
“Sınıf arkadaşım” dedim.
Defteri elinde tutan
polis, utangaç bir gülümsemeyle,
“Yaaa… dedi, demek genel
müdür bey zatıâlinizin çok samimi arkadaşı…”
“Evet… Hatta biz ona
okuldayken Tırtık Rıza derdik…”
“Çok memnun oldum
beyefendi… Neye oturmuyorsunuz? Buyursanıza rica ederim.”
Sonra öbür arkadaşlarına
döndü:
“Beyefendiyi
buraya neye getirdiniz canım –bana dönerek- Buyurun efendim…”
Ben önde onlar arkada iyi
döşenmiş bir odaya girdik. Beni bir koltuğa oturttular. Bir tanesi,
“Hava da bugün çok sıcak,
dedi, bir soğuk gazoz emreder misiniz?”
“Estağfurullah…”
Gazozlar geldi. Biz odada
iki kişi kaldık, öbürleri çıktı. Karşımdaki,
“Efendim,
sebeb-i ziyaretiniz? Bir emriniz mi vardı?” diye sordu.
Allah Allah… Ne emri yahu?
Beni bunlar kolumdan tutup, yaka paça zorla buraya getirmediler mi? Muştalaya,
dirsekleye getirdiklerini söylesem, bana karşı davrandıkları bu incelik
karşısında ayıp olacak. Onun için,
“Efendim,
şöyle bir hâl hatır için ziyaret etmiştim” dedim.
“Aman efendim, teşekkürler
ederiz. Sağ olunuz… Bizleri ihya ettiniz. Aman ne şeref…”
Düzelen hava yeniden
bozulmadan paçamı şuradan kurtarmak için,
“Müsaadenizi rica edeyim
beyefendi…” dedim.
Ayağa kalktı, öbürleri de
koşuştu. Hep birden beni dışarıya kadar uğurladılar.
Arkadan biri koştu:
“Beyefendi… Beyefendi…
Profesör bey… Ötenizi berinizi unuttunuz efendim.”
Kalemleri, zımparayı,
defterimi getirmişti.
“Beyefendi şu kâğıda
künyemi yazdım… N’olur… Umum Müdür beyefendiyi bir daha görürseniz…”
Halit başından geçenleri
anlattıktan sonra,
“İşte, dedi, o gün bugün,
nerede büyüklerimizden birinin adresini bulursam, tanımayayım tanıyayım, hemen
cep defterime yazarım. Kaybettim diye ödüm patladı, kardeşim. Bu adresler mal sigortası, hayat sigortası
gibi bişey… Demek senin büyüklerin adres defterinden haberin yoktu…
“Yoktu.”
“Amma yaptın… Şimdi kazaya
belaya karşı herkes cebinde böyle bir defter taşıyor kardeşim. Şu kapıdan
çıkınca ne olacağın belli mi? Hani eskiden insanı hastalıktan, kazadan, belâdan
koruyan muskalar vardı ya… Şimdi, işte o duların yerini bu adresler aldı. Hem
de yüzde yüz etkili…”
* * *
Asaf
Halet Çelebi, 6-7
Eylül olaylarının ertesi günü başından geçenleri anlatmış, ben de bunu hikaye
olarak yazmıştım. Bu hikâyeyi Rahmetli Çelebi’nin anısına adıyorum.
Aziz
NESİN, 1957, Tekin yayınevi, “Hangi Parti Kazanacak” adlı eserinden
* * *
Görüldüğü gibi, hikâye
yarım asırdan daha eski… Ama okuyunca, sosyal, bürokratik ve hukukî açıdan bir
arpa boyundan fazla yol alamamışız gibi geldi, bize. Dolayısıyla hikâye bugün
de güncelliğini koruduğundan sizlerle paylaşmak istedik.
Size de bugün yazılmış
gibi gelmedi mi?