Bu dünyada
herkese yer var.
Çin kağanı Tay-tsung düşünceli idi. Birkaç gündür
kendisinde bir başkalık, anlaşılmaz bir değişiklik seziyordu. İlk önce bunun ne
olduğunu anlamadan içinde bir rahatsızlık duymuş, sonra düşüne düşüne
rahatsızlığın nereden geldiğini bulmuştu: Korkuyordu. Hele gün battıktan sonra
her karaltı, her gölge onu ürkütüyor, şu uğursuz ihtilalcilerden biri
karanlıklar içinden çıkarak kendisine doğru yay gerip ok fırlatacak sanıyordu.
O, ihtilalcilerden birçoğunun başkentte gizlenmiş olduğuna inanıyordu. Çünkü
bunlardan ancak 38 tanesinin cesedi bulunmuş, Vey ırmağından da üçünün ölüsü
çıkarılmıştı. Bu kadar büyük bir gürültünün 41 kişiyle yapıldığına, Çin kağanı
olarak inanamazdı. Bu ihtilalciler ne kadar gözü pek, çılgın herifler olurlarsa
olsunlar, 300’den çok Çin askerini öldürmek ve koca bir şehre bu kadar korku
salabilmek için herhalde birkaç yüz kişi olmalıydılar.
Üç gündür bütün Siganfu ve yörelerinin altı üstüne
getirildiği, birçokları yargılanıp idam edildiği, birçoğuna işkenceler
yapıldığı halde gizlenmiş olan ihtilalcilerden kimse ele geçirilememişti. Acaba
bunları kendi tahtına göz diken kumandanlarından birisi mi saklıyordu? Öyle ise
sarayın içinde fırsat kollamaları da akla gelebilirdi.
İşte Çin kağanı bunları düşünerek sıkılıyor,
heyecanlanıyordu. Aldığı raporlara göre geceleyin birçok yerde ihtilalciler
gözükmüştü. Fakat bütün sıkı aramalara rağmen kimse ele geçmiyordu. Herifler
herhalde geceleyin iş görmesini seviyorlardı. Sarayı geceleyin bastıkları gibi
şehirde de geceleyin ortaya çıkıyorlar, fakat gündüz olunca silinip
kayboluyorlardı. Ama niçin şimdiye kadar bir teki ele geçmemişti?
Siganfu halkı ihtilalcilerin korkusundan geceleyin
sokağa çıkamaz olmuştu. Şehrin ucunda oturan bir Çinli, bir gece Vey ırmağı
kıyısından dönerken bunlardan birçoğunun atlarıyla birlikte ırmağı yüzerek
geçtiğini görmüş, bir başkası da Siganfu’nun içinde çok iri ve tam pusatlı bir
yığın adamın karanlık arasında hızla yürüdüklerini görerek çığlıklarla kaçmıştı.
İhtilalciler bu ikisine de hiçbir şey yapmamışlar, fakat yaşlı bir kadını
öldürmüşlerdi. Geceleyin komşusundan biraz pirinç alan bu kadın, kapıdan
çıktıktan sonra “ihtilalciler” diye
bağırarak yığılmış, kapıyı tekrar açan komşular zavallının ölüsünü bulmuşlardı.
Üzerinde ok ve kılıç yarası yoktu. Karşısında korkunç haydutları gören
kadıncağızın korkudan öldüğü anlaşılıyordu.
Bugün ihtiyar bir kadını korkutarak öldürenlerin
yarın yeniden saraya saldırmayacakları nereden belliydi?
Çin kağanı bunları düşünerek tedbirler almış, saray
çerisini çoğaltmış, nöbet işlerini düzene koymuş, geceleri dışarıda gezmek
âdetini bir yana bırakmıştı. Bütün bunlara rağmen içi rahat değildi. Öldürülen
ve başı kesilen Kür Şad’ın bile öldüğünden emin olamıyordu. Kür Şad’ın kızını
idam ettirmiş fakat konçuyu ile oğlunu bulduramamıştı.
Bir yandan da nâzırların verdiği raporlar ve
raporlardaki teklifler dolayısıyla aklının büsbütün karıştığını hissediyor,
öfkeleniyor, saçmasapan şeyler düşünüyordu. Bütün bu düğümleri çözmek için
bugün sarayda bir toplantı yapılacaktı. Tay-tsung bütün ümitlerini bu
toplantıya bağlamıştı.
* * *
Siganfu sarayının büyük bir odasında toplantı
heyecanlı bir hava içinde açıldı. Nâzırlar, Çin kağanının karşısında
sinirlerine hâkim olabilmek için kendilerini sıkıyorlardı. Kağan, Kür Şad
ihtilalinden sonraki durumunu anlatarak başkentteki rahatsızlığın önüne nasıl
geçilebileceğini bunun için yapılması gereken işlerin neler olduğunu sordu.
İşin aslına bakılırsa kendisi de onlardan daha az heyecanlı değildi. İlk sözü
Vey-çing aldı. Koyu bir Türk düşmanı olan bu adamın Türklere karşı duyduğu kin
Kür Şad ihtilalinden sonra büsbütün artmış, Türklerin yok edilmesini kendine
ülkü edinmişti. Düşüncelerini büyük bir konuşkanlıkla anlatarak Türklerin
tehlikeli ejderler olduğunu, günün birinde Çin’in batmasına zemin
hazırlamaktansa şimdiden bir çare düşünmek lâzım geldiğini söyledi. Çareyi de
soğukkanlılıkla bildirdi: Çin’deki bütün Türkleri öldürmek…
İşi gücü Vey-çing’e karşı gelmek, onunla tartışmak
olan Ven-ye-po bu düşünceye hemen itiraz etti. O, Türkleri, Çinlileştirmenin
devlet için daha faydalı olacağını ileri sürüyor, bu milletin kabiliyetlerinden
faydalanmanın Çin’e getireceği menfaatleri sayıp döküyordu.
Li-pe-lo ikisi arasında bir tez müdafaa ediyor, Yen-se-ku
da onu destekliyordu.
Çin kağanı bugün çok iradesizdi. Hangi nâzır
konuşursa onun tesirinde kalıyor, böylelikle durmaksızın fikir değiştiriyordu.
Nihayet, uzun tartışmalardan sonra bir sonuca
varılabildi: Atılganlıkları ve korkusuzlukları dolayısıyla Çin’in içinde
kalmaları tehlikeli görülen Türkler yeniden eski yurtlarına gönderileceklerdi.
Bu karar Vey-çing’i yıldırımla çarpılmış gibi sarsmıştı. Son defa söz alarak:
“Bu kararla Kür Şad’a karşı yenilmiş olduğumuzu kabul
ediyoruz; onun istediği de bundan başka bir şey değildi” dedi.
Fakat Çin kağanı ve öteki nâzırlar öyle bir kâbus
içindeydiler ki bu kâbusun bastırıcı tesirinden kurtulmak için yenilmiş olmayı
kabul etmekten utanmıyorlardı.
Şimdi sıra bu kararın nasıl tatbik edileceğine
gelmişti. Türkeli Sırtarduşlar’ın hâkimiyeti altına girmişti. Çin’deki yüz bin
Türk bunlarla başa çıkamazdı. Çünkü çoğu kadın ve çocuktu. Çin kağanı bu mesele
hakkında parlak düşüncelere sahipti:
“Sırtarduşlar da Türk olduğu için böylece Türkleri
ikiye ayırmış olacak, birini veya ötekini destekleyerek denge kuracağız. Böylelikle
hem onları birbirine kırdıracağız, hem de kuzey sınırlarımızın güvenliğini
sağlamış olacağız” dedi.
Bu dâhice düşünce nâzırlara saygıyla baş eğdirdi.
Hiçbiri itiraz etmedi. Kağan çoktandır kaybettiği neşesini yeniden bulmuş
gibiydi. Nâzırlara sordu:
“Bu Türklerin başına geçirmek üzere kimi sağlık
verirsiniz?...”
Bozkurt ailesinin bütün teginleri akıllarından geçer
ve hiçbiri beğenilmezken kağan yeniden söze başladı.
“Sırba Tegin hakkında ne düşünüyorsunuz?”
Bu soru Vey-çing’in yüzünde bir buruşukluk yaptı ve
gözlerinden garip bir ışık geçti:
“Çok korkunç yüzlü ve vahşi bakışlı bir adam” diye
mırıldandı. Tay-tsung gülümsedi:
“Bu korkun yüz göğün bize en büyük iyiliğidir” dedi.
Sonra, bu sözlerden bir şey anlamayarak birbirine bakan nâzırların merakını
şöylece giderdi:
“Hepsi aydınlık yüzlü ve yakışıklı adamlar olan
Bozkurt ailesi teginleri bu korkunç yüzlü çirkin adamı kendi soylarından
saymıyorlar. Batı Türklerinden olduğu için de soyunu iyice inceleyemiyor ve
ondan şüphe ediyorlar. Hakkında türlü türlü söylentiler var. Bir söylentiye
göre anası, ölü doğan çocuğunun yerine bu kim olduğu belirsiz çocuğu alarak
büyütmüş… Böylece Gök Türklerin başına Sırba Tegin’i geçirmek öteki teginlerin
hoşnutsuzluğunu kabartarak ayrılık tohumları saçmak olacaktır. Bu ayrılığı
körüklemek için Bozkurt soyundan iki tegini Sırba’nın buyruğuna vereceğim.
Sırba bize en sadık tegindir ve Gök
Türkler tarafından sevilmediği için de sadık kalmaya mecburdur. Kendisine
kağanlık verirsek herhalde Gök Türkleri Çin menfaatlerine uygun şekilde idare
eder.”
* * *
Birkaç gün sonra Sırba Kağan, yanında yüz bin Türk
olduğu halde Çin duvarlarının dışına çıkıyor, bu çıkış bütün Çin’de, hele
Siganfu’da bayram gibi içten içe kutlanıyordu. Artık geceleyin sokağa
çıkabilecekler, karşılarında ölüm zebanileri görmeyeceklerdi. Tay-tsung
hayatından pek memnundu. Bundan sonra sarayın basılması tehlikesi kalmıyordu.
Rahat uyumak bahtiyarlığına erişecek demekti. Hele düşünde bu uğursuz haramiler
başbuğu Kür Şad kesik başıyla karşısına dikilmeyecek, ona dirliğini zehir
etmeyecekti.
Bu gidişten yalnız Vey-çing hoşlanmamıştı. Sarayda
Ven-ye-po ile karşılaştığı zaman:
“Kırk eşkiyanın ölüsü kırk milyonluk koca devleti
yendi” dedi ve gülerek tamaladı:
“Hayaletlerden
korkmanız sayesinde…”
---------------------------------------
Bozkurtlar
Diriliyor, ATSIZ, Türkiye Yayınevi, 1971, 3-7’nci sayfalar…
Arşiv