AÇIK MEKTUP...24...

Özgür DENİZ - 05.08.2018

Sayın Cumhurbaşkanım! Baktığımız zaman sonsuzluğu ihata eden, sınıf ve sınır tanımayan, insanlığın kardeşliğini baz alan bir bilincin müntesipleriyiz, sınırları aşan bir zihin dünyamız var ama sınırlar içerisine hapsolup kalıyoruz. Allah, Muhammed, Kur’an aşkına gerçekleri ne zaman haykıracağız? Bunlar gerçekler değil midir? Ben susayım, o sussun, herkes sussun, ya kim konuşacak, ne zaman konuşacak? Ne teati, ne de istişare yapabilmeyi becerebiliyoruz. Herkesin bir fikri olmalıdır ve herkes fikrini söylemelidir, bir fikir havuzu oluşmalıdır ve oradan fikir süzmesi yaparak yaralarımıza merhem olacak fikirler üretilmelidir. Her alanda çok büyük beyinler yetiştirmemiz gerekir, ki şimdiye kadar yetiştirimiz olmamız gerekirdi haddizatında. Kimse konuşmazsa hakikatler nasıl ortaya çıkacak? Hakikatler örtülü kalırsa, insançocukları nasıl aydınlanacak, hatalarını nasıl görecekler? Hatalarını, yanlışlarını görmezlerse nasıl düzeltecekler, düzeltmezlerse nasıl kurtulacaklar? Kurtulmazlarsa, insanlığa nasıl yön verecekler, nasıl büyük rüyaların sahipleri ve büyük medeniyetlerin banileri olacaklar? Lafla olmuyor ki hiçbir şey. İnsanlığa, nesillerimize, topraklarımıza, gönül coğrafyalarımıza böyle mi hizmet edeceğiz Allah aşkına? Böyle olmazsa nasıl terakki kaydederiz, kaydedeceğiz? Fasit bir daire içerisinde dolanıp duruyoruz, hiçbir anlamı olmayan, hiçbir yaramıza merhem olmayacak şeyleri dilimize pelesenk edip, onlarla vaktimizi berhava ediyoruz. Kendimizi bir türlü aşamıyoruz. Küçük düşünüyor, küçük yaşıyor ve küçük kalmaya mahkûm bir mekanizmanın içerisinde öğütülüyoruz mütemadiyen. Bu da bizim tali meselelerle zaman tüketmemize sebep oluyor. Her şeyde çok ileri olabilecekken, şimdiye kadar her alanda kadim bir sistem inşa etmiş olmamız iktiza ederken, maalesef sıfır noktasındayız gibi bir halin mahkûmuyuz. Kimseyi itham etmeye de hakkımız yok, ne yapıyorsak, toplum olarak kendi kendimize yapıyoruz. Sonra da kendimizi temize çıkarmak için uğraşıyoruz. Şöyle geriye bir bakalım Allah aşkına, neyle uğraşmamız gerekirken nelerle uğraştığımızı film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçirelim bi, çendan son yarım asır için yapalım bunu. Hakikaten büyük düşünmek, büyük yaşamak ve büyük devlet olmak ne demektir, nasıl olur hiç düşündük mü? Maalesef hiçbir zaman büyük düşünemedik, düşünemiyoruz. Tek bir şeyi düşünmeyi becerebiliyoruz; çıkarlarımızı nasıl koruyabiliriz, evet bunu beceriyoruz da. Kendi çocuklarımızı nasıl harcarız, birbirimizi nasıl düşürürüz, birbirimize nasıl çelme takarız, birbirimizin kuyusunu nasıl kazarız, birbirimizin iyiliklerini nasıl örter ve kötülüklerini nasıl açık ederiz gibisinden rezil ve kepaze edici düşüncelerle zihnimizi mahvediyoruz. Nasıl yükseliriz, her bir insan neler yapabilir, bu toplum nasıl mutlu olur, bu toplum ekonomik olarak nasıl birlikte üretip, daha fazla kazanıp, ne şekilde paylaşımlarda bulunup hep birlikte müreffeh olarak yaşar diye düşünmüyoruz. Bu ülkenin çocukları yürekleriyle nasıl gülebilirler, onları güldürmek için her bir insan neler yapabilir diye düşünmüyoruz. Çocuklarımızı kaybetmek kolaydır, asıl onları nasıl kazanabiliriz diye düşünmüyoruz hiç. Bu toprağın çocuklarını nasıl kardeşler yapabiliriz, onların suçları olsa bile suçlarını görmelerini sağlayıp ve onları uyandırdıktan sonra affedip nasıl kazanırız diye asla düşünmüyoruz. Ne düşünüyoruz peki? İnsanları neresinden yakalarız da tecziye ederiz, onları sindiririz, onların zihinlerine nasıl kement vururuz ve kendimizi koruruz, çıkarlarımızı yaşatırız diye düşünüyoruz. Bir türlü kısır döngüyü aşamadık. Bunları söylemek suç mu Allah, Muhammed, Kur’an ve İnsanlık aşkına? Maalesef, biz, toplum olarak prosedür toplumuyuz, bu yüzden de ne düşüncemiz gelişiyor, ne bakış açımız değişiyor ve ne de doğal ve özgür fikri açılımlar yapabiliyoruz. Zira prosedür zihin dünyamızı öyle bir darlaştırmış ki, zihnimiz zihin ötesine uzanamıyor. Prosedürün her şey olduğunu, her şeyinde prosedürle olabileceğini varsayıyoruz. Bu da bizim öze inmemizi, özü görmemizi, anlamamızı engelliyor. Böyle olunca kalıba takılıp kalıyor, bir milim bile dışarıya çıkamıyoruz. Bu yüzden de sürekli geriden gidiyoruz. Yaptıklarımızı fasılalı olarak değiştiriyoruz. Fikri müzakereler yapmayı da beceremiyoruz. Tasdik ve taklit istiyoruz, ki zaten öyleyiz. Yanlış kapatılsın, hep doğrular söylensin istiyoruz. Böylece farklılıklar bastırılıyor, bu baskılama budamayı tevlit ediyor, budama olunca da bir türlü gelişim olmuyor. Zihnimizde büyüklük olmazsa, kalbimizde yücelik bulunmazsa, vallahi, billahi, tallahi ne büyüyebiliriz, ne yükselebiliriz ve ne de yücelebiliriz. Büyük düşünmenin büyüsüne kapılmamız ve büyük düşünmenin yolunu açmamız iktiza ediyor isticalen ve muhakkak bir fikir havuzu oluşturmamız icap ediyor.

 

Sayın Cumhurbaşkanım! Bizim doğruları söylemeye değil yanlışları söylemeye ihtiyacımız var. Çünkü bizi kurtaracak olan budur. Bizi mahveden bunun tersini yapmaktır. Lanet olasıca dünya leşi tatlı geldiği için, güneşi, suyu, maddesi bizi cezbettiği için doğru olanı yapmıyoruz, hep yanlış olanı yapıyoruz, çünkü leşten pay sahibi olmak için öyle gerekiyor. İşte bizim küçük düşünmemizin ve bitevi küçülmemizin arka planında da bu vardır. Zira gerçekleri ne kadar örtersek ve ne kadar iyi örtersek o kadar çok kazanıyoruz, o kadar haklı oluyoruz. Gerçekleri söyleyenler ise daim kaybediyorlar, bir şekilde kaybettiriliyorlar, çünkü lanet olasıca emperyalist düzenin idamesi buna merbuttur. Her daim böyle olmuyor mu, olmadı mı Allah aşkına? Yemin ediyorum ki, bu dünyada her şey yalan üzerinde yürüyor. Hiçbir kimse cesaret edipte hakikati haykırmıyor. Herkes, inandırdıkları üzerinden geçinip gidiyor bir şekilde. Kimse kimsenin uyanmasını istemiyor. Uyanık olduklarını düşünenler ama hakikatte kendileri de uyuyanlar, uyuttukları insanların terleriyle, kanlarıyla, yaşlarıyla, emekleriyle geçiniyorlar. Emperyalizm yalandan besleniyor ama o yalandan beslendikçe, bizler kan kaybediyoruz. Bu dünyada herkes yalan söylüyor. Yalanı mutlak olarak yasaklayan bir bilincin mensuplarıyız ama hayatımız da yalandan ibaret. Koca koca adamlar, öyle göre göre yalanlar söylüyorlar ki, siz utancınızdan kahroluyorsunuz. Böyle bir şey, hem Allah’a, hem Peygambere, hem de Kur’an’a ihanet değil midir? Yalandan hayatlar yaşıyoruz. Gerçek yaşamdan çalıyoruz bitevi. Vicdanlarımızı perişan etmek, bilinçlerimizi katletmek ve ahlaksızlığı farkında olarak intihap etmek değil midir böyle bir şey? Peki, bunu nasıl yapabiliyoruz, becerebiliyoruz? Ama laflarımızı öyle bir süslüyoruz ve kendimizi topluma öyle bir sunuyoruz ki, toplum adeta büyüleniyor. Zira hiçbir şey bilmiyoruz, münhasıran söylenene inanıyoruz. Vallahi, billahi, tallahi bilmiyoruz. Gerçek söylendiği zaman bile, gerçeği haykırana küfrediyoruz, söyleneni sorgulayıp uyanışımıza sebep kılacağımıza. Yazık değil mi bu topluma? Yazık değil mi insanlığa? Yazık değil mi hayatlarımıza? Yalan söyleyenler kazanırlarken, o yalanlar yüzünden ne hayatlar kaybediliyor ve ne hayatları kaybediyoruz. Hiç mi üzülmüyoruz, hiç mi vicdanlarımız sızlamıyor? Oysa yalan bir kere yol buldu mu, bir daha o yoldan asla çıkmaz ve o yolu tarumar eyler, bizi de mahv-ı perişan eyler.  Niye korkuyoruz ki gerçeklerden? Oysa bizi uyandıracak olan şey; gerçeklerdir. Dostumuzu da, düşmanımızı da bize gösterecek olan gerçeklerdir. Bizim, yolumuzda durmadan yürümemizi sağlayacak olan, yolumuzda uyumamızı engelleyecek olan şey; gerçeklerdir. Öyleyse gerçeklerin peşine düşmeliyiz, gerçeklere sımsıkı sarılmalıyız, gerçekleri haykırmalıyız. Şurada bir insan ömrü ne kadardır ki? Değer mi yalanlarla yaşamaya, hakikatleri örtmeye? Oysa hakikati örtmek zımnen geleceği de karartmak ve yarınların nesillerine ihanet etmek değil midir? Böyle yapanlar nasıl yapabilmektedirler bunu, yemin ediyorum hayretler içerisinde kalıyorum. Bir an önce gerçeğe dönmeliyiz yüzümüzü ve yalanlardan yüz çevirmeliyiz. Bizim ahlakımızı bozan da yalanlarla yaşamaya alışmış olmamızdır.

 

Sayın Cumhurbaşkanım! Şimdiki söyleyeceklerim belki de kahir insanları şoke edecektir ama böyle bir şey iyidir. Yemin ediyorum gerçek iyi budur, mutlak hakikat budur. Mutlak ahlakın ve adaletin muktezası da budur. Ki, bendenizi, kalbiniz, kafanız ve vicdanınız da tasvip ve tensip edecektir. Allah’a yemin ederim ki, sonsuzlukta yankılanacak eylemlerde bulunabilmemizin yolu da budur. Ciğerlerim kanarcasına, yanarcasına söylüyorum bunları yani samimiyetimi izaha kelimeler kifayetsiz kalırlar. Hayır diyenler varsa buyursunlar hodri meydan ya da buyursunlar, bendenizi mutlak hakikate yalanlatsınlar, bunu yapabiliyorlarsa, en ağır cezalara eyvallah edeceğim. İnsanlar hakikate öyle yabancılaşmışlar ki ve yalanı hakikat diye biliyorlar ki, ne derseniz boşta kalıyor bazen. Hülasa; bizler özümüzü kaybetmişiz ve özümüze öyle yabancılaşmışız ki, bildiğimiz biz, biz değiliz filhakika. Mutlak ve kutsal sözümüze itibar etmeyişimizin sebebi de budur haddizatında. Hayır, ediyor muyuz, gerçeği söyleyelim? Vallahi, billahi, tallahi sözümüzün hiçbir kıymet-i harbiyesi yok nezdimizde, sümme haşa. Hakikat acıdır ama iyileştiricidir, hissedersek ve kulak verirsek elbette! Geçelim! Sayın Cumhurbaşkanım! Zat-ı aliniz bile olsanız, söylediğiniz her şeye sorgusuz sualsiz inanmak zorunda mıyım yoksa sizi ve yaptıklarınızı da sorgulayabilir miyim? Diyelim ki siz bir şeyi yanlış algıladınız, anladınız ve öylece yaptınız, hayır sizin yaptığınız yanlış, hakikat budur Sayın Cumhurbaşkanım diye haykırabilir miyim, haykırmam iktiza etmez mi, hakikate tapıncım buna koşullandırmaz mı bendenizi? Rızkımı veren değilsiniz, yaratan, yaşatan, öldüren ve hesaba çekecek olan değilsiniz. Bendeniz gibi aciz bir insansınız, kulsunuz hakikatte. Mutlak kudret sahibi münhasıran Allah’tır. Sizler uyarılmaktan muaf mısınız? Kuşkusuz değilim diyeceksiniz, zira hakikat budur ve uyarılacaksınız. Çünkü layüsel değilsiniz, put değilsiniz, hatadan, kusurdan, yanlıştan münezzeh değilsiniz. Ki, zaten gerçekler söylediklerindir diyorsunuz sessizliğin kalbinden iç sesinizle bendenizin kalbine doğru, bunu kuşkusuz duyumsuyorum. Bilakis bunun tam tersini yapanlar ve bitevi size doğrularınızı söyleyenler, hem size, hem ülkeye, hem topluma, hem de insanlığa ihanet etmektedirler. Ve sizlerin her söylediklerini doğru gibi kabul edip ama hakikati de bilip velakin çıkarı için böyle düşünüp, toplumda da birisi namusluca bir şey söyledi mi hemen sizlerin gücünüze istinat ederek karşısındakini susturmaya yeltenenler vallahi, billahi, tallahi iyilik namına hiçbir şey yapmamaktadırlar, bilakis kötülüklerin en ağırını yapmaktadırlar. Zira münhasıran çıkarlarını düşünmektedirler böyleleri, tüm insanlığın iyiliğini değil. Sizlerin varlığınız ve gücünüz sayesinde, kendi kirli, ucuz, basit ve küçük çıkarlarına vasıl olmaya çalışmaktadırlar. Zira samimi, dürüst, ciddi ve ahlaklı insanların yapmaları icap eden yegâne şey; yönetenlere, âlimlere doğrularını söylemek değildir, yanlışlarını söyleyebilmektir, çünkü onlarda insandırlar, hata ve yanlış yapabilirler. Öyleyse bendeniz her zaman, her şartta ve koşulda, kime matuf olursa olsun hakikatleri haykıracağım, haykırmak zorundayım. Bu kişi ta ki, zat-ı alileriniz olsanız bile. Binaenaleyh, sorgulanmam, sigaya çekilmem, kutsal ve mutlak yasalara mugayir olacaktır.

 

Sayın Cumhurbaşkanım! Tek bir kimsenin bile inanıp inanmaması umurumda bile değildir ve kimse inanmasa da bendeniz inanıyorum, da demiyorum. Velakin, yekpare toplumların tüm sistemlerini yerle yeksan eyleyen ve toplumları çıkmazlarda perişan eden, toplumlar için sahici terakkiyi ve hakiki istiklali muhal kılan, insanların huzur ve mutluluk içerisinde yaşamalarına darbe vuran, terleri, kanları, yaşları, emekleri, zihinleri sömüren emperyalist bir mekanizma var dünyada, insanlığı adeta muhasara altına almış bulunmaktadır. İnsanlığı sürekli mankurtlaştırmaktadır ve bu emelini sessiz bir sürece tabi kılmıştır. Tüm okumalarımdan, tahlillerimden, bakışlarımdan, görüşlerimden, sezişlerimden, hissedişlerimden, kavrayışlarımdan sonra böyle bir yargıya varıyorum ve daha derinliklerine değin konuşamamakla birlikte dünyada emperyalist bir mekanizmanın var olduğunu ve o büyük mekanizmanın her yerde uzantısı olduğunu ve o mekanizmanın çarklarında halkların başlarına bir tezgâhta binler çoraplar örüldüğünü ve bu mekanizma parçalanmadan ve onun lanetli tezgâhı bozulmadan insanlığın gülebileceğini sanmıyorum ve bendeniz bu tezgâhı parçalamak için elimden gelen ne ise onu yapacağım. Onun kültürüne tabi olmayı her zaman reddedeceğim. Hiçbir olguyu onun istediği şekilde algılamayacağım, hiçbir olayı onun istediği şekilde anlamayacağım, hiçbir zaman hiçbir şeyin münhasıran tek yüzüne bakmayacağım. Bu mekanizma öyle bir mekanizma ki, o mekanizmanın tam ortasında kurulu masa da büyük baron bulunmaktadır, o baronun yanında da küçük baronlar bulunmaktadır. Büyük baron küçüklere buyurmaktadır, küçüklerde kendilerine bakanlara buyurmaktadır ve böylece insanlık büyük bir aldanışın kurbanı olmaktadır. İnsanlık bir şeyler değişsin dünyada demektedir ama kendini değiştirmemektedir, bilakis aldanma yolunu seçmektedir. Her olguyla uyutulmaktadır, zira tüm olgular afyon niyetine kendisine sunulmaktadır. İşin özünde de hiçbir kimse sahici ve samimi değişimi istememektedir. Zira herkes yerinden memnundur ve istenileni yapmaktadır. Böylece de emperyalist düzen çökeceğine daha da güç kesbetmektedir. Zira kendilerine bakanlara konuşan küçük baronlar güya bir şeyler yapıyorlarmış gibi göstermektedirler kendilerini ama hiçbir şey yapmamaktadırlar. Münhasıran aldıkları paylar tenkis olunmasın, kaptıkları konumlar kaybedilmesin için sürekli kuru gürültü yapmaktadırlar, birbirleriyle güya mücadele ediyorlarmış görüntüsü vermektedirler. Muayyen bir zaman sürecinde diledikleri gibi yaşadıktan sonra da görevi devretmektedirler. Haddizatında yapabilecekleri çok şey olmasına rağmen hiçbir şey yapmamaktadırlar ama kendilerine bakanlar münhasıran baktıkları ama görmedikleri için yapıyorlarmış gibi algılamaktadırlar. İnsançocuğu acıyı ciğerinde hissederse, acının merhemini bulur ama acıyı ciğerinde hissetmezse ne merhem arar ne de yaralarını sarmaya çalışır, o yaralara alışır ve o yaralarla yaşar gider ama gariptir ki, sürekli de yaram var der durur. Yani katıksız, saf, mutlak cehalet! İnsanlığın isticalen bir zihniyet devrimine ihtiyacı vardır ve behemehâl bunu tahakkuk ettirmelidir, sonra da gerçekleri hissedişiyle tüm toplumu sarsmalı ve sallamalıdır. Bilakis, her daim yaşadığını sanacaktır, ölümle pençeleştiğini fark etmeden. Ciğerlerin çatlarcasına, gövden patlarcasına, canın çıkarcasına isteyeceksin zihniyet devrimini, öyle lafla peynir gemisi yürümez ve kimse de gelip, sen otururken önüne yemek koymaz. Malcolm X üstadın dediği gibi; hürriyetin pazarlığı yapılamaz, hür olmak isteyen bedeli ne ise ödemek zorundadır.

 

Sayın Cumhurbaşkanım! Şimdi zat-ı aliniz özelinden çıkış yaparak, kendimden geçerek, yekpare Müslümanlara matuf sorular soracağım ve sorgulama yapacağım. Bizler inananlar olarak insanları kaybetmeyi umursamasak, kazanmaya çalışmasak haddizatında kimlerin çarklarının dönmesine yarar bu? Kuşkusuz ki emperyalistlerin! İşte emperyalizm dünyayı böyle kasıp kavurmaktadır. İnsanları bitevi birbirine karşı yanlış davranışa iterek birbirinin arasını açmakta, birbirine düşman etmekte, birliğin ve kardeşliğin önüne geçmekte ve zımnen kendisine hadim kılmaktadır ama insanlık, bu tezgâhı bir türlü anlayamamaktadır ya da bu tezgâhın bilinçli kurbanı olmaktadır. Aynısını ülkelere da yapmaktadır. Çünkü insanların dostluğu ve birliği, vahşi, adi ve lanetli emperyalizmin ecelidir. Öyleyse, kölelerin arası açılmalıdır ve bitevi birbirleriyle kavga etmelidirler, birbirlerini yemelidirler ve bir daha asla birleşmemelidirler. Düşman gösterdiğini düşman, dost gösterdiğini dost bilmelidirler. Kanını emen, canını alan kahpe sömürücüyü anası gibi bilmeli ve sevmelidir, her daim onun şefkatine iltica etmelidir. Yanılmıyorsam Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır ama Kendilerine söz isnad etmekten Allah’a sığınırım. Bir kişiyi kazanmak, dünyadan ve içindekilerden daha kıymetlidir demiştir. Peki, biz ne yapmalıyız? Din dışında kalan birine nasıl yaklaşmalıyız? İnadına nasıl yaklaşmalıyız? İnanmayan biri kötülük yaptı diye, ona haksızlık yapabilir miyiz? Bizim böyle bir hürriyetimiz var mıdır? Hatta inanan birine bile, inanan biri olarak kötülük yapabilir miyiz? Öyle ya bizler ruy-i zeminde Allah’ın halifeleri değil miydik? Dini tebliğ ödevini deruhte etmemiş miydik? Öyleyse diyelim ki bir Ateist var, münhasıran yaşayıp gidiyor kendi inanış dünyasında, hiçbir zararı ziyanı yok ama bir dindara göre de hakikat dışında, yanlışlar içinde ve kurtarılma adayı, tebliğe muhtaç biri. Peki, durum böyleyken, bizler, önyargı ile yaklaşıp, onu itham edip yargılayarak, üstüne bir de farz edelim ki hakkını ihmal ederek, onu kurtarabilir ve ona tebliğ de bulunabilir miyiz? Bunu yaptık diyelim, o kişi bizim dinimizi kabul eder mi ve böyle yapmak bizim kendi kendimize ihanetimiz olmaz mı? Peki, bizler kutsal ödevimizi ne derecede gerçekleştirmeye çalışıyoruz? O kişinin varoluşuna saygı gösterip, haklarını koruyup, inadına adil, hakkaniyetli, ahlaklı mı davranırız, münhasıran dine leke getirmemek ve dini tebliğde ısrar etmek ve gönlünü hakikate ısındırmak için? Yahut altı üstü dinsiz imansız birisi, niye kendimizi yoralım, bildiğimiz gibi (inandığımız gibi değil) davranalım mı denilir, dini kabul etse ne olur, etmese ne olur diye mi düşünülür ve bu yaptıklarımız, din tarafında olmamız nedeniyle kalbimizde ve aklımızda tolere edilebilir mi? Peki, o zaman halifelik ve dini tebliğ vazifemizi ihmal etmiş olmaz mıyız? Yahut inanılan dini, dine inanmayan birine ittihaz ettirmek ve onu kurtarmak için, dini daha dikkatli yaşamak gerekir gibi bir düşünce kaplamaz mı zihnimizi? Hani bir kişiyi kazanmak dünyadan ve içindekilerden değerlidir ya ve o kişi Ateist olduğu için kurtarılmaya aday bir insan ya, onu kurtarmaya mı çalışırız yoksa dünyanın elde edilmesi için onun kaybedilmesine ve yanlışlar içerisinde yok olup gitmesine eyvallah mı edilir? Bunu çok dürüst şekilde düşünmeli ve yaşantımızı yeniden gözden geçirmeliyiz, hatta yeniden iman etmeliyiz. Her ihanet, kayıptır!

Tarih: 05.08.2018 Okunma: 761

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?