KENDİ AKLINI KULLANMA CESARETİ GÖSTER!...29...

Özgür DENİZ - 25.03.2017

Kızmayacaksın. Söyleyeceksin. Duyuyorsan cevap vereceksin. Yanlışsa doğrusunu ortaya koyacaksın. Bileceksen soracaksın. Aklın var, kullanacaksın. Kullanmazsan soramazsın. Sormazsan öğrenemez, bilemezsin. Bildikçe, öğrendikçe, anladıkça zalimlerin zincirlerini kıracaksın, hiçbir tiranın kölesi olmayacaksın, bir özgürlük fidanı gibi boy vereceksin toprağın bağrında, bir özgürlük anıtı gibi dikileceksin zalimlerin karşısına. Bir harf bir zincir kırar. Öğreneceksin kıracaksın. Unuttukça zincirleneceksin. Hatırladıkça zincirlerini çözeceksin. Sana doğru diye gösterilenler bakarsın bir zincirdir ama sen bunu fark edemezsin. Sen güneşi getireceğini sanırsın, seni sonu gelmez bir zindanın içine atacaktır fark edemezsin. Bu yüzden her şeyin iki yüzünü görmelisin. Kendi aklını kullanmalısın. Öyle şeyler öyle kutsal kılıflara sarılır ki, içindekini görmek istemeden kabullenmek istersin. Niye? Çünkü kutsal görmektesindir. Oysa kutsal olan yalanla sıvanmaz. Sen insana değil Hakka secde edeceksin. İnsanın doğrusu değildir kutsal olan, Hakkın hakikatidir. Bir secde bir zincir kırar anlayacaksın. Bir’in karşısında eğildikçe, binler sana eğilecektir bileceksin. Eğildiğin Bir, eğileceğin binlerden korur seni unutmayacaksın. Ruhunu unutursan ve bedenin dışına atarsan, bedeninin direncini kırarsın ve menfaat kapısını açarsın, açılan kapıdan girerler, bedenini yağmalarlar giderler. Kızına da, oğluna da varoluş anlamlarını öğreteceksin. Yol işaretlerini söyleyeceksin. Öğretmezsen, söylemezsen, ödev bilincini veremezsin. Bu şekilde de, onların özlerinin bozulmasının, sözlerinin kaybolmasının, ödevlerinin unutulmasının önüne geçemezsin. Ruha inmeden, ruhun mahiyeti bilinmeden, yolda doğru yürünmez. Doğru yürünmeyen yoldan sapmak kolay kolar. Saptığın yola tekrar girmek zor olur. Sapmayacaksın. Aklın var. Putlara tapmayacaksın. Putlaştırmayacaksın. Niye putlaştırıyorsun. Kim senden daha akıllı? Putunda bulunan akıl sende de var, niye kullanmıyorsun? Putlardır seni saptıran. Putlardır ruhunu çalıp bedenini yalnız bırakan ve yalnız kalan bedenini sömürerek yaşayan. Sömürtmeyeceksin. Ruhunun ateşini söndürtmeyeceksin. Ruhunun ateşi söndü mü sen yanarsın. Ruhunun ateşi yandı mı sana yaklaşanlar yanarlar. Yakacaksın ama yanmayacaksın. Sen yanarsan közün kalacak, arından gelenler közlerini yeniden alevlendirecekler, bunu da düşüneceksin. Kül olmayacaksın. Savrulmayacaksın. Közün kalacak, sözün kalacak. Közünden, sözünden yeniden doğacaksın. Hastalanmayacaksın. Yas tutmazlar. Sen pas tutarsın ama. Seni iyileştirmezler. Sen hasta olduğun zamanlar iyisindir, hastalığını fırsat bilenler için. Böyle kazanırlar senden zira. Rahatsız olacaksın. Rahat olursan rahatsız etmezler. Rahatsız olmazsan da seni hep yerler. Onlar doyarken sen aç kalırsın. Aç kalan güçsüz kalır. Güçsüz kalan yolda kalır. Yolda kalan arkada kalır. Arkada kalan yok olur. Düşün, düşün, düşün!

 

Kur’an, herkesin üzerinde herkesin hakkı olduğunu beyan eder. Tıpkı erkeklerin kadınlar üzerinde, kadınlarında erkekler üzerinde hakları olduğunu beyan ettiği gibi. Hem erkekler, hem de kadınlar dinlerini gerçekten bilselerdi, aydınlar, âlimler, politikacılar, dine gerçekten riayet etselerdi, dini bihakkın izah etselerdi, dinin aslının öğrenilmesi için çaba içinde olsalardı, insanlarımız bu kadar tagayyürata uğrarlar, günahlara giriftar olurlar, yollarını ve yönlerini şaşırırlar ve yozlaşırlar mıydı? Tabi insanımız dinden bihaber olup bozulunca, bozulup günahlara batınca ve günahlar yüzünden her şey şirazesinden çıkınca türlü kötülüklere giriftar olmaktadırlar ve hayatlar alt üst olmaktadır. Böylece de bozulmaları düzeltmek uğruna bitevi yeni alanlar açılmakta ve insanlar gönüllü kurbanlar olmaktadırlar. Afyonlaşan dinle, ortak kabul edilen değerlerle, vatanla sömürülmektedir. Haddizatında herkes insanların bozulmuşluğundan ve cehaletinden kendilerine yeni kapılar açmaktadırlar. Çünkü bilmediğin zaman bildiğini zannedenlerin kölesi, uşağı, maşası olursun. Böylece alt üst olan hayatlar için yeni yeni kurtarıcılar ortaya çıkmaktadır. Yani yeni ve bol kazançlı rant kapıları açılmaktadır. Dini hayat sahasının dışına itmek isteyenlerin ya da dinle geçinmek derdinde olanların en büyük emellerinden biride budur işte. İnsanlar bozulmasaydı, dinlerini bilselerdi ve yaşasalardı, insanların kendi özlerine yabancılaşmalarının ve yozlaşmalarının sonucunda büyük rant elde edenlerin varlığı diye bir şey olabilir miydi? Dinden geçinenler diye birileri var olabilirler miydi? Kendi milletinin emrinde hizmet vermeyen medya kendine alıcı bulabilir miydi? Kimlik ve din düşmanı insanlar, peşlerini takip eden insanlar bulabilirler miydi? Kumar, fuhuş, faiz, eroin ve muhtelif kötülüklerin baronları insanlığa hükmedebilirler miydi? Şeytan sizi Allah ile aldatabilir miydi? İnsanları Allah ile aldatanlar, insanları aldatmayı başarabilirler miydi? Çünkü insanlar bozuldukça, kazananlar bunlar olmaktadırlar. İnsanları da işte tam da bu yüzden bozmaktadırlar, dinden uzaklaştırmaktadırlar. Bozulmayan insanı köleleştirmek imkânsızdır. Kalp bozulmasaydı hükmünü nasıl vereceğini bilirdi, akıl bozulmasaydı nasıl yargıda bulunacağını bilirdi. Çünkü bozulmayan insan efendi kabul etmez. Onun efendisi bellidir. Ne hazin ki, bütün bunlara rağmen insanlarda hala uyumaktadırlar. Gerçekleri gördükleri halde algılayamamaktadırlar. Belki bakmaktadırlar ama görememektedirler. Çünkü bütün algı sistemleri alt üst edilmiştir. Allah kurtarsın diyeceğim ama insan önce kendi kendini kurtarmak için samimi olarak gayret göstermelidir. Dini öğrenmeyen, dinin öğretilmediği insanlar kötülüğe bulaşsınlar ve suçu dine hamledelim, biz böyleyiz işte. İnsanı bozalım, erkek kadını katletsin ama suçlu bozduğumuz insan ve bozanlar olarak biz olmayalım, din olsun öyle mi? Bu kadar basit mi? tabi burada asıl suç, dini tahrif ve tahrip eden ve üstüne kendilerini dinin müntesibi olarak görenlerindir. Dini, çıkarlarına alet etmek için kullanıp, aslını anlatmaktan ve yaşamaktan imtina etmeleridir. İnsanların bozukluklarını dinle tedavi edeceklerine, şeytaniler gibi insanların bozukluklarından istifade ederek rant elde etmeyi düşünmektedirler. ‘’Bozulduğu zaman insandan daha korkunç bir yaratık yoktur’’ der Sophokles ve gerçekten haklıdır. Çünkü akıl sahibinin bozulması cehenneme davetiye gibi bir şeydir. Allah, hepimizi ıslah etsin!

 

Biz insançocuklarının başımıza her ne kötülük gelirse kendi ellerimizle işlediklerimiz yüzündendir. Bir video izlemiştim, bir Şii âlim nefis muhasebesi yapıyordu ve isyan ediyordu, ‘’biz Müslümanlar bugüne kadar hep birbirimizi kötüledik, birbirimizin günahlarını gündem yaptık, birbirimize düşmanlık ettik ve bu düşmanlığı nesillerimize tevdi ettik, buradan da bitmeyen tefrikalara giriftar olduk ve düşman buradan aramıza sızdı, bizi birbirimize kırdırdı, elanda kırdırmaya devam ediyor, düşman nezdinde Sünni-Şii diye bir şey yoktu, hepimiz aynıydı ama kendi aramızda ayrıydık ne garip, Müslüman dünyadan başka yerde kan akıyor mu? Allah diyerek birbirimizi öldürüyoruz. Biz kardeşliğimize sahip çıksaydık, düşman gelip bizim aramıza girip bizi bölemez ve birbirimize düşman edemezdi’’ diyor. Yani kendimiz ediyor, kendimiz buluyorduk. Bu mutlak ve yüce hakikate kör ve sağır kaldıkça ne madden ne de manen terakki kaydetmek kabil-i mümkün değildir. Terakki kaydederiz ama sahici bir terakki olmaz bu. Doğru işler yapmamız, isabetli kararlar vermemiz, ahlaklı ve adil olmamız muhal ender muhaldir. Böyle olmayınca da kötülüklere giriftar olmaktan kurtulamayız ama niye böyle olduğunun sebebini de bir türlü bulamayız. İnsan havf ve reca arasında yaşar. Hangi korkuyla kendini düzeltecek, hangi ümitle korkularını alt ederek gönül rahatlığıyla yoluna devam edecektir. İnsanları hakikatten uzaklaştırmak için değil hakikate yaklaştırmak için yaşamalıyız. İnsanların hakikate yabancılaşmaları, hakikatten uzaklaşmaları nice kötülüklerin tezahür etmesini intaç edecektir, binaenaleyh teennili olmak mecburiyetindeyiz. Ama insanların indinde hakikatin pek hükmü yok gibi sanki. Bu iyi değil! Evet, belki fark etmiyor olabiliriz hayatın bunca meşgalesi arasında ama maalesef derinden ve inceden bakarsak bu saf gerçektir. Giderek hakikatten uzaklaşıyoruz. Eğer hissiyatla ve hassasiyetle müşahede edersek bunu sarih olarak fark edebiliriz. Hissiyatlarımız körelmişse, insanlığa dair hassasiyetlerimiz dumura uğramışsa diyeceğim yoktur. Mütemadiyen yozlaşıyoruz ve birbirimizin acılarına körleşip, sağırlaşıyoruz. Bu da yalnızlığa ve umutsuzluğa itiyor bizleri. Ancak bizler kardeşiz ama kardeşliğin değerini bilmiyoruz, kardeşliği adeta katlediyoruz. Sanki kardeşe ihtiyacımız yokmuş gibi. Bu durum yüreği acıtıyor. Oysa bizim kutsal ve kadim kültürümüzde, kardeşin derdiyle dertlenmek vardır, kardeşi dertlere giriftar edip onu dertlerle baş başa bırakmak değil. Elde ettiğimiz dünya nimetleri hakikati görmemizi, anlamamızı engelliyor maalesef. Kazandıklarımızla sarhoş oluyoruz, derin uykuya dalıyoruz. Dünyanın fani olduğunu, bir hesabın olduğunu unutuyoruz. Ruhumuz boşalmış, beynimiz donmuş ve dinimizi, kimliğimizi umursamıyormuşuz gibi bir tavır içindeyiz sanki. Belki zevahirde direkt olarak yansımıyor ama hissettiğiniz zaman çok inceden fark ediyorsunuz. Allah kurtarsın ve korusun. Âmin. Ama hep dediğimiz gibi, önce sen kendini kurtaracak ve koruyacaksın. Dünya denilen leşten pay kapmaya çalışırsan ve asli ödevini ihmal edersen maalesef batarsın ve bitersin! Coğrafyan yağmalanır, neslin tükenir, milletin esir olur, devletin çöker ve bütün değerlerin çürür. Hiç akletmiyor musunuz?

 

İnsan bugünde durur. Şu an şurada duruyorum. Şurada durduğum şu andan geride kalan ne varsa artık dünde kalmıştır ama aynı zamanda beni de oluşturmaktadır, benim birikimimdir. Dün, onu yani insanı bugüne getiren toplamdır. Yarın, dünden istifade ederek, bugünden karar vererek kendisini var edecek zamandır ama belirsizdir. Belki de yarın diye bir şey yoktur, o her gün bugündür. Her an bugün olarak ulaşırız yarına. Yarın karanlıktır, ona yürüyerek onu aydınlatır ve bugün kılarız. Diyeceğim o ki, iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin, doğru ya da yanlış, olumlu ya da olumsuz, dünde ne varsa insana aittir. Çünkü o dünü yaşayarak yapan insandır. İnsan, dünü inkâr edemez, çünkü dünle var olduğu için kendisini de inkâr etmiş olur aksi takdirde. Baban kötü de olsa, iyi de olsa, kendisini inkâr edebilmen, reddedebilmen mümkün müdür? İnkâr edemezsin. Belki reddedersin ama sende ki izlerini silemezsin. Yani dilde reddedersin, beyinde ve gönülde reddedemezsin. Çünkü baban senin damarlarındadır. Şimdi; bir tarihin var mı? İyisiyle kötüsüyle senin tarihin mi? Senin bireysel kaderine de etki eden bir tarih mi? Yani milletinde izi olduğu kadar sende de izi vardır. İstesen de silemezsin o izleri. Öyleyse tarihine yani mazine saygı duymak zorundasın. Bak sevmeyebilirsin belki ama saygı duymak zorundasın. Tarih bir ders kitabıdır. Hayat kitabıdır. Öğreticidir. Uyarıcıdır. Öldür de oldurur da, bu sana bağlı elbette. Tarihin ölürse sen de ölürsün bunu da unutma. Çünkü tarihin, damalarında dolaşan kanın gibi dolaşır damalarında. Tarihiniz sizin tarihinizdir. Tarihiniz sizin kimliğinizdir. Tarihiniz sizin dininizdir. Tarihiniz sizin devletinizdir. Tarihiniz sizin vatanınızdır. Üzerinde gök, altınızda yerdir. Tarih zengin, derin, engin ve güçlü bir hamuledir, mirastır. Yanlış anlaşılma olmasın bir noktada; dininizdir derken idrak edilmesi iktiza ediyor, İslam mertebesine çıkarmıyoruz elbette, taş kafalılığın, alıklığın lüzumu yok. Şöyle izah edelim; Üstad Cemil Meriç ne diyordu? ‘’Yıkın tüm mabetleri, yakın tüm Kur’an’ları, düşmanın gözünde siz Osmanlı çocuklarısınız, Osmanlı yani İslam’’ diyordu. İşte anlatmak istediğimiz şey budur, tarih sizin dininizdir derken. Bizim ödevimiz, mirası, hamuleyi reddetmek değildir, ondan istifade etmektir. Düşünceleriniz, duygularınız her ne olursa olsun bunu yapmanız icap eder, aksi alıklıktır, taş kafalılıktır. Körü körüne zengin bir mirası reddedecek kadar aptal olabilir miyiz? O mirasın sahibi ve kullanım hakkını elinde bulunduran ise, insandır. İnsan, ya mirası yiyip tüketecek ya da aklını ve yüreğini kullanarak o mirastan istifade ederek daha da güçlü ve zengin olacaktır. Redd-i Miras yapmanın düşünceyle alakası yoktur. Çünkü o ortak değerdir. Hangi düşüncenin taşıyıcısı olursan ol, o devasa zenginlikten istifade etmen senin akıllılığını, zekâ düzeyini gösterir.

 

Şimdi insan yaşar! Bir ömrü, muayyen zaman süreci dâhilinde, bir yolda olduğu halde yaşar. Uzun, ince, dar, katı, sert, aydınlık ama karanlık, soğuk ve sıcağın keza kederin ve sevincin hakeza galibiyetin ve mağlubiyetin bir arada olduğu, dikenlerle ama aynı zamanda güllerle dolu, dostların ama aynı anda düşmanlarında bulunduğu bir yolda yürür. Saydığımız özellikler neyi işaret ediyor? Yani sert ve katı realizmin dominant olduğu bir yolda yürüyor insan. Dikensiz gül bahçesinde yürümüyor yani. Bedelsiz ve ıstırapsız bir hayatı yaşamıyor. Ruhuna ve bedenine dokunuyor her şey. Bunu ıskalamamalı, bu duruma kör olmamalı. Evet, idealizm peşinden gidiyor ama ideale, realizmin dar, karanlık ve soğuk sokaklarından gidiyor. Göğe uzanmak istiyorsunuz değil mi? Ama yere bastığınızı da biliyorsunuz. Gök aydınlık ve karanlık yer! Realizmden kopmak sizi hayal âlemine mahkûm edebilir ve bitevi yanlışlara sevk edebilir. Tarihten bahsettik. Tarih övgü ve yergi malzemesi değildir. Aklın varsa ders alırsın, alıksan çakılır kalırsın. Tarihte ki gibi olmak! İşte bu büyülü bir dünyadır. Gönül şenlenir, beynin göklerinde yağız atlar kişner vehleten böyle bir duyguya kapılınca, düşünceye yönelince. Evet, yanlış varsa tekrarı olmasın ama öyle olsun ister. Velakin bir hayale takılıp kalıpta realizmi de ıskalamamalıdır. Bilakis büyük yol kazalarına sebebiyet verilebilir. Elbette bir altın çağda yaşamak ister gönül. Ama kabil midir? Ya da oldurmaya çalışmak ve realizm fırtınasının olanca sertliğiyle estiği dünyada böyle bir şeyin peşinden koşmak akıllıca mıdır? Birileri bir şey yapmıştır ama yapacak argümanlara ve enstrümanlara maliktir. Bunlar sende yoksa aynı şeyi yapmaya çalışman beyhudedir. Ki, Allah demiyor mu; ‘’eski dönemlerde ki insanların gücünün bugünün insanın gücünden kat kat fazla olduğunu ve bugünün insanlarının onların yaptığını yapmasının kabil olmadığını ama onların bile mutlak sondan kurtulamadığını?’’ Binaenaleyh, bir çağda yapılanları başka bir çağda yapmak istemek başka şeydir, yapabilmek başka bir şeydir. Yapmak istersin belki ama aynı argümanlara ve enstrümanlara malik değilsindir ve yapmanda kabil değildir ve yapmaya çalışırsan büyük bedeller ödemen iktiza edebilir. Bir şey yaparken karşılaşacağın şeyi bilmen ve o şeye karşı koyabilmen ama karşı koyuş gösterecek gücü de bulabilmen icap eder. Altın çağlarda böyleydi. Aynı şeyler için, ilk evvelde muhkem bir altyapının teşekkül ettirilmesi iktiza eder. Peki, bu şey realist dünya da nasıl kabil olacak? Önce kendini, zamanını, koşullarını, dünyayı, coğrafyanı, argümanlarını ve enstrümanlarını çok iyi bilmen elzemdir. Kendini ve kendinin ne yapabileceğini bilmen ayrıdır, birilerinin senin aynı şeyi yapabileceğini söylemeleri ayrıdır. Böyle bir şey zımni bir manipüle de olabilir ve tuzak bulunabilir sonunda. Hülasa; kendini ve kendin olduğun halinle ne yapabileceğini muhakkak görmen, bilmen, anlaman, kavraman, sezmen, hissetmen gerek. Taş yerinde ağırdır. Elde etmek istediklerin yüzünden elindekinden de olabilme ihtimalini asla sarf-ı nazar eylememek, sağlam ve emin adımlar atmanın önkoşuludur. Bir ferdin kuvveti bellidir. Birisi, kuvvetinin tahammül edemeyeceği bir şeyi taşıyabileceğini söyleyerek kuvvetini aşan bir yükü yüklenmeni söylerse ne olur? Elbette yükün altında kalırsın. Çünkü herkes taşıyabileceği kadar yük yüklenir ki Allah’ın da sünneti böyledir. Binaenaleyh olabildiğince teennili olunmalıdır. Altın çağdaki gibi olabilirsin olduğun hal içinde ama altın çağdaki gibi yapamazsın bulunduğun hal içinde. Olan olduğu gibi yapmıştır ama olan gibi değilsen, olan gibi değil olduğun gibi yapmalısın. Öylesin öyle yap deniyorsa, durup düşünmelisin. Yine söylenene göre hareket et ama durup düşündükten sonra. Hayal etmek güzeldir ama reel duruma da kör olmamak iktiza eder. Çünkü her çağ başka bir çağdır ve kendine özgü durumlarıyla birlikte gelir. Zira tarihin tekerleği geriye dönmez daima ileriye doğru döner. Burada kompleks yoktur. Burada reel duruma göre tavır almak vardır. Burada yürüdüğün yolu bilmen iktiza ettiğinin ikazı vardır. Korkaklık değil teennili olmanın, terakkinin muktezası olduğu gerçeğinin ifşası vardır. Terakkiye ket vurma değil, sağlam ve gerçekçi terakkinin başarılması icap ettiğinin şifresi vardır. Hem ideal olana gidelim derken hem de reel olanı görmezlikten gelmeyelim uyarısı vardır. Yani taktik ve stratejik olalım teklifi, tavsiyesi vardır. Zira düşman tam da bu şekilde davranmaktadır. Yani şimdi, biz altın çağda değilken ve olma imkânımız yokken, sanki altın çağdaymışız gibi davranmak akıllılık mıdır yoksa alıklık mıdır? Demek istediğimiz budur. İdeal olanı isterken, reel olanı görmezsek çakılır kalırız. Allah basiret, feraset sahibi kılsın hepimizi. Âmin.  

 

Herkes için ortak olan olgulardan bahsettik. Fikirlerin bile tesirsiz kaldığı ve spontane sahiplenilecek, savunulacak olgulardan. Yani fikre göre tolere edilebilir ya da reddedilebilir olmayan olgulardan. Vahiyden bahsettik. İnsandan bahsettik. Tarihten bahsettik. Vatan dedik mesela, herkesin ortak yurdudur ve mukaddestir. Vatan demişken bir varlıksal coğrafyası vardır insanın, kendini gerçekleştirmek için deruni yolculuk yaptığı, mana boyutlu eylemler gerçekleştirdiği, bir de maddi coğrafyası vardır millet olarak varoluşunun gerçekleştiği. Maddi coğrafyası belki muayyen sınırlarla tahdit edilmiş olabilir ama varlıksal coğrafyası düşlerinin uzanabildiği ama aynı zamanda düş kurmaya hakkı olduğu tüm coğrafyaları kapsar. İnsan kendi varoluş mücadelesini verirken aynı anda milletinin varoluş mücadelesini de verir ve burada kendi varlıksal coğrafyasında ne kadar muvaffak olursa maddi coğrafyasında milletinin varoluş mücadelesinde de o kadar dirençli ve muvaffak olur. Bahusus Türk Milleti nezdinde vatan olgusu, uğruna can adayacak mesabede önemlidir, kutsaldır. Bu milletin hiçbir unsuru nezdinde bu kutsal gaye değişmez. Bunun en belirgin örnekleri de Ömer Halis Demir ve Fethi Sekin isimli şehitlerimiz nezdinde tüm şehitlerimizdir. Bu insanların rengi, düşüncesi ne olursa olsun, vatan savunmasında o renkler, düşünceler etkisiz kalırlar. İşte demek istediğimiz tam da budur. Bu vatanın adı Türkiye’dir dedik. Kuzey’den Güney’e, Doğu’dan Batı’ya Türkiye’dir. Türkiye, Osmanlı’nın közlerinden doğmuş bir ülkedir. Madden ceddi gibi olmasa da ceddinin manevi mirasını devralmış bir ülkedir. İnsanlığın son adası hüviyetini taşıyan bir coğrafyadır. Kadim medeniyetlere beşiklik yapmış topraklar üzerinde vücut bulmuş bir vatandır. Kanla sulanarak vatanlaştırılmış coğrafyalardır bu coğrafyalar. Bu böyle gelmiştir, böyle gidecektir. Hiçbir şahsın etkisi yoktur bu isim üzerinde, bizlere göre kadim bir isimdir. Değişmez, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez. Bu vatan var olduğu ve var olacağı haliyle bir bütündür, asla parçalanmaz, parçalanmasına müsaade edilemez. Yani bu vatan emperyalistlerin ve uşaklarının dikteleri ve arzuları doğrultusunda ameliyat masasına yatırılamaz. Bu gerçeği kabul etmeyenler ve kabul etmedikleri için bu gerçeğe ihanet edenler (kabul etmeyip, saygı duymak ve durduğu yerde durmak farklı bir durumdur), eceline susamış it gibi algılanırlar ve mutlaka bedelini öderler. Herkes bunu böyle bilmelidir. İsmi değiştirilecek ve kaybedilecek bir karış vatan toprağı yoktur. Her kim ki, bunun aksini söylüyor, o, taş kafalının, alığın tekidir ve mikrop gibidir, eninde sonunda o mikrop yok edilir, o mikrobun bünyeyi işgal etmesine asla izin verilmez. Bizim kaybedecek, terk edecek, peşkeş çekecek bir karış, bir milim toprağımız yoktur hatta bunun ifadesi bile absürttür haddizatında. Bu izahlar, ne dinle ne de kimlikle ve kadim tarihle asla çelişmez. Ki, Koca Sultan Abdülhamit Hanın Siyonist Theodor Herzl’e verdiği cevap hepimizin malumudur. Zaten, din de, vatanın can, kan pahasına korunmasını emreder. Bu vatanın evladı olmaktan gurur duyanlar bu gerçekleri bilmeli, bu gerçeklerden zerre taviz vermemeli ve sorumluluklarının ağır yükünü taşımayı bilmelidirler. Bunu yapmazlarsa, kızılmasın ama şerefsizce yaşamaya layıktırlar. Çünkü bu dünya da Allah’tan gayrı dostları yoktur. Türk Milletinin yegâne dayanağı, sığınağı, korunağı ve dostu Allah’tır. Üstad Cemil Meriç’in sarih ve bedihi ifadesiyle de; ‘’Olympos Dağı’nın çocukları, Hira Dağı’nın evlatlarını asla kabullenmeyeceklerdir.’’ Olay budur. Gerisi angaryadır!

 

Yazı serimizin sonuna yaklaştığımız için bundan sonra söyleyeceklerimizde, önceki söylediklerimizle küçük benzerlikler olabilir, tıpkı bir şarkının nakaratları gibi. Nihayetinde bir varoluş türküsünü terennüm ediyoruz. Gönülde sonsuz hisler, sezgiler var ama dile getirmek zor oluyor. Düşsel bir dünyayı, yeryüzü coğrafyası, mahiyeti mucibince, yeryüzüne indirmeyi muhal kalıyor. Düşleri yarım kalan ya da yarım bile olmayanlarız! Sadece kurarız düşü. Mesela; Cudi Dağında kardeşçe kardeş türküler söylemek vardır deriz bir an. Uzar gider ufuklara bu düş, bir ucu gönlünde kalır, düşlerinde kalır ama. Gökyüzünde pervaz eder, kaybolmaz, öylece durur orada, an gelir yine düşlersin, iç geçirirsin. Kalır! Bazen indi düşler kurarsın. Kurarsın sadece! Hayat gariptir düşleri olanlara, kendini anlayanlara acımaz. Düşleri olmayanlarda hayattan anlamaz. Offffffffff… Geçelim! İnsan çelişik bir varlıktır. Bazen milleti, delirtir kendisini ama yüreği dayanamaz yine sevgisini esirgemez milletinden. Bazen kalın gelir kendisine bile iç sesleri, hayat der geçer gider, inceltmeye çalışır elinden gelirse kalınları. Vatanını bile sevmez bazen. Devletine kızar. Garip duygulanımlardır bunlar. Sadece hissedersin ama izah edemezsin. Tatlı kaçkınlıklardır! Haddizatında seversin de sevemezsin, kızarsın da kızmazsın. Birbiri olmadan olamayacak şeylerdir çünkü bunlar. Yürek titremesinin dışa vurumu, içsel varoluş kıpırdanmalarıdır. Milletiz biz. Bir adımız var. Kadim bir ad. Dışımız Türk’tü. İslam olduk, içimizde Türk oldu. Kalın Türk’tük, İslam bizi inceltti. Kozmopolitan bir görünüm arzetse de halimiz, filhakika ateşte pişip erimişiz. Bir olmuşuz, iri olmuşuz, diri olmuşuz. Biz olmuşuz! Bu milletin içinde muhtelif halklarda yaşamaktadır. Ama bu vatan sathında büyük çoğunluğu oluşturan ve dominant unsur olan millet Türk Milletidir. Bu izahlarımız, diğer kardeş halkların yok olduğu ya da yok sayıldıkları anlamına gelmez, gelmemelidir. Kimse de böyle algılamamalıdır. Ki, ben, burada bu vatanın sahibi olan unsurlardan söz ediyorum. Yani aynı dine, tarihe, töreye, geleneğe, kültüre sahip unsurlardan söz ediyorum. Yoksa hariçten gelipte burada yaşayanlardan bazıları, misafir olanlardır ve onlar görevlerini, bu millette onlara karşı ev sahipliklerini bileceklerdir. Burada Türk Milleti üstün millettir ve diğerleri bu millete tabi olmak zorundadırlar diye bir şey söylemiyoruz. Alıklığın âlemi yok. Böyle diyenlerde zaten ne Türk Milletindendir ne de bu milletin dostu olabilirler. Böyle diyenler, ancak bu milletin varlığından ve birliğinden rahatsız olup, kadim kardeşlerin kader birliğinden sıkıntı duyanlardır. Misafir olanlar zaten hürriyetlerini sonuna kadar kullanmaktadırlar hatta bu vatanın sahiplerinden daha ayrıcalıklıdırlar dersek de yeridir. Kardeşlerimize gelince, geleneklerini, törelerini zaten yaşamaktadırlar. Dillerini konuşmalarında sıkıntı yoktur. Evet, biz Türk Milletini her haliyle kabul ediyoruz diye bir şey yoktur. Üstünlüğünde takvada olduğunu elbette biliyoruz. Ama Türk Milletinin, bu vatan sathında yaşayan bütün unsurlarında dayanağı, barınağı, korunağı olduğu gerçeğini görmeliyiz, bilmeliyiz. Türk Milletinin, dünya sahnesinde geri planda kalmasına tahammül edemeyiz. Türk Milletinin en önemli ödevi; ahlakın ve adaletin egemen olduğu bir düzen kurmaktır. Türk Milleti Kur’an ve töre bakış açısıyla hayata bakmalı ve insanlığı bu eksende tedvir etmelidir. Burada şunu da çok iyi bilmeliyiz; Türk’e düşman olan İslam dinine düşmandır, İslam dinine düşman olan Türk’e düşmandır. Bu inkârı imkânsız olan bir hakikattir. Türk bedeni, asırlarca, İslam ruhunu gövdesinde taşımıştır. Bu ruh, Türk’ün hücrelerine, damarlarına, kanına işlemiştir. Bu ruh çıktığı zaman, Türk’te Türklük ’ten çıkacak ve yok olacaktır.  

 

Kendi aklımızı kullanma cesareti göstereceğiz ve biraz zahmete katlanacağız. Kendini bulmaya ve bilmeye cesaret edemeyecek kadar düşmüş olamazsın! Bugüne kadar yol işaretlerini takip ederek geldin, badema da yol işaretlerini takip ederek gideceksin. Başka yolu yok bunun. Yol işaretlerini kaybettin mi kendini de kaybedersin. Ki, kaybettiğin için kaybettin zaten. Yol işaretlerini çaldılar. Olgularını tahrif ve tahrip ettiler. Binaenaleyh, olaylaştırmaların da hep yanlış oldu. Böylece işler şirazesinden çıktı. Şimdi yol işaretlerini bulacaksın ve kendini bulacaksın, bileceksin. Olgularını yeniden okuyacaksın, anlayacaksın. İşte o zaman daha sağlam yürüyeceksin. Yol işaretlerimizi ve olgularımızı bilirsek, olaylaştırmamız daha kolay olacaktır. Sonsuz teennili ve müteyakkız olmak gibi bir vazifemiz vardır. Vazifemizi bihakkın ifa ettiğimiz zaman, giriftar olacağımız belaların da önüne geçmiş oluruz. Olayları, olguları, rastgele, düşmanların zımni yönlendirmelerine, dayatmalarına ve kafamıza göre okuma, yorumlama lüksümüz yoktur. Yaşıyor muyuz? Çözülmesi imkânsız bir sorunumuz var mı? Kimsenin üstünlük iddiası var mı? Kullanılmayan bir hak var mı? Mutlak birlik diye bir şey kabil mi? İnsanların yaradılış icabı mutlak olarak farklı olduğu bir yerde, mutlak birlikten söz etmek taş kafalılığın daniskasıdır. Dünya gerçeğine göre de, herkesin her istediğini yapabilmesinin olanağı yoktur. Reel olanla ideal olanı karıştırmamak zekiliğin gereğidir. Olmayacak hayaller peşinde koşmak aptallıktır. Kendin kaybederken, birilerinin kazandığı işler yapmak sefilliktir. Birkaç kişinin, bu topraklardan doğmayan zümrelerin, kliklerin çıkarı için, bütünün kaybetmesine fırsat vermek ihanetten başka nedir? Ayrıca koca bir tarihi sırtlanmak basit bir iş değildir. Acemilere ve tecrübesiz olanlara tevdi edilecek bir şey değildir. Kadim davanın sorumluluğunu deruhte etmek, kadim tecrübe sahibi olanların işidir. İdeolojik ajanlar, Siyonizm’in Truva Atı olanlar, ilkellik peşinde koşanlar, bu davayı sahiplenebilirler, kadim tarihi sırtlanabilirler mi Allah aşkına? Türk’ü İslam’dan, İslam’ı Türk’ten koparmak istiyorlar. Bu davayı, bu tarihi, bu vatanı sahipsiz bırakmak ya da sahip olacak tecrübeye sahip olmayanların eline düşürmek istiyorlar. Bilakis, büyük mikyasta İslam Milletlerine, küçük mikyasta da Türk Milletine egemen olamayacaklarını çok iyi biliyorlar kadim düşmanlar, evrensel şeytaniler. Bu coğrafyanın zengin hazinelerine ve kaynaklarına sahip olamayacaklarını çok iyi biliyorlar. Bu derin gerçekleri fark ve idrak etmemiz gerekmez mi? Nasıl oyunlar döndüğünü, oyunların nasıl sergilendiğini, kimler eliyle kimlere oynatıldığını nasıl olurda görmeyiz, sezemeyiz? Osmanlı’nın nasıl çökertildiğini, hangi oyunlar oynandığını, nasıl tuzaklar kurulduğunu öğrenmeli, bilmeli, anlamalı ve ona göre hareket etmeliyiz. Acemice hareketler, nefsi arzular ve kirli tahriklere aldanmalar bizi mahveder ve etmektedir de. Düşman çok sinsidir. Maşa mebzuldür. Yollar muhteliftir. Tuzak sonsuzdur. Öyleyse bizlerde çok akıllı, uyanık, dikkatli olmak zorundayız. Birliğimizi bozacak hareketlere fırsat veremeyiz ve vermemeliyiz. Birbirine düşman, birbirinden korkan, kimliksiz, dinsiz, vatansız, değersiz, tarihsiz, davasız bir nesil üretmek istiyorlar. Başları bir secdeden kaldırıp, binlerce secdeye eğdirmek istiyorlar. Düşmana yol açan bizden değildir. Düşmanın çıkarlarına hizmet edecek hareketlerde bulunanlar bizden değildir. Bizim, kim olduğunu bilen, kim için ve ne için yaşadığının idrakine varmış nesillere ihtiyacımız vardır.

 

Haddizatında sezgilerimizi, hislerimizi bir cümleleştirebilsek, bunu bir başarabilsek gün yüzü görmemiş düşünceler serdedeceğiz, çok güzel şeyler de olacak ama bu kabil olmuyor. Kafanın içinde, kalbinin derinliklerinde düşünceler depreşir gibi, duygular gezinir gibi, patlamalar yaşanır gibi, sessiz tınılar parlayıp söner gibi oluveriyorlar ama bir türlü dile getirilip dökülemiyor cümle olarak. İşte bu çıldırtıcı ama yapacak bir şeyde yok. Uğraşıyorsun, oldu olacak gibi oluyor ama kahrolmasın bir türlü cümleye dönüşmüyor. Geçelim! Bu coğrafyada, Türk Milletinin, tüm unsurlarıyla birlikte kolektif bir ruhla verdiği amansız, fasılasız ve pervasız mücadeleler, müsademeler, kavgalar neticesinde banisi olduğu bir Otoriter Devlet Teşkilatı vardır: Türkiye Cumhuriyeti Devleti. Her zaman söyleriz; Devletsizlik kötüdür, babasızlık gibidir, anasızlık gibidir, yuvasızlık gibidir. Devletsiz olan, sokağa atılmış çocuklarımız gibidir, banklarda yatan yaşlılarımız gibidir, çaresizdir, sığınaksızdır, yapayalnızdır her türlü tehlikeye ve felakete karşı. Evet, bir insanın en büyük sığınağı Allah’tır şeksiz ve şüphesiz. Amma velakin dünya gerçeği diye bir gerçekte vardır. Bu gerçekler içinde de devlet diye bir gerçek vardır. Bu gerçeği bilmek, fark etmek ve bir devlet yapılanmasına gitmekte varoluş kavgasına hatta kadim insanlık umdelerine mugayir bir eylem değildir. Olayı algılamak, anlamak, sezmek, kavramak, hissetmek iktiza ediyor. Evet, biz, ahlaksız ve adaletsiz, zalimler muvacehesinde pasif bir devlet teşekkülüne karşıyız ve böyle bir devleti de savunmuyoruz, insanlar böyle bir devlete itaat etsin demiyoruz, devletimiz böyledir de demiyoruz. Ama faraza devletimizin yanlışları vardır, yanlışlar yapabilmektedir, yine de devletimizi yıkacak, tahrip edecek hareketlerden imtina etmeliyiz. Onu tahrip etmek yerine ıslaha çalışmalıyız. Devlete egemen olanlara kızıp, devlete ihanete tevessül etmemeliyiz. Bu, her zamanda, her şartta ve koşulda meriyette olması icap eden bir düşüncedir. Bir düşünce devlete egemen oluyor, biz ona karşı oluyoruz ve devletin itibarını sarsacak şekilde hareket ediyoruz. Böyle bir şey sonsuz yanlıştır. Yani ıslah etmek varken yok etmek ve yok olmasını intaç edecek hareketler içine girmek, hainlikten başka nedir Allah aşkına? En basitinden daha dün yaşamışız gibi bir vakıa mevcuttur; şöyle ki, MİT TIRLARI olayı malumumuzdur. Şimdi, bu bir devlet meselesidir ve egemen düşünce hangi düşünce olursa olsun, o düşünceye muhalifiz diye böyle bir sırrı ifşa etmek hangi akılla, bahaneyle izah edilebilir? Bu tersi de olabilir, bugün egemen olan düşünce muhalefette olsaydı ve muhalefet egemen düşünce olsaydı ve böyle bir vakıa tezahür etmiş olsaydı da aynı düşüncede olurduk. Çünkü bu bir devlet meselesidir. Tıpkı henüz tazeliğini muhafaza eden bir ihanet olayı var; MİT elemanlarının deşifre edilmesi ve melun örgüte sızdırılması. Şimdi bu hainlikten ve kahpelikten başka nedir? Ben egemen düşünceye muhalifim, bu yüzden yaptım mı diyeceksiniz? Böyle bir bahane olabilir mi? Aklımızı azıcık çalıştıramaz mıyız? Vicdanımıza bir nebze de olsa kulak veremez miyiz? Hainsek ve ihanet damalarımızda kan gibi dolaşıyorsa elbette aklımızda durur, vicdanımızda çürür. Diyelim ki, bu devlet çatısını uçurduk, teşekkül etmiş kadim devlet yapısını bozduk, geleneğini sarstık, elimize ne geçecek? İnsanlık mı yapmış olacağız? İnsanlığın muktezası mı bu? Ki, kadim insanlık umdeleri, hatta dinimiz bile, devletin elden gitmemesi için birliği emretmiyor mu, tefrikayı yasaklamıyor mu? Bu devlet, kadim insanlık umdelerine, dine ve töreye göre işledikten sonra bozukluk nerededir, sıkıntı nedir? Bundan gayrısı eceline susamaktan başka nedir Allah aşkına? Hayır, buyurun söyleyin hangi emelinize ulaşmış olacaksınız devlet yapısını tahrip ederek? Ha, düşmanla teşrik-i mesai yapıyorsanız elbette sizi anlarım, yaptıklarınıza da hak veririm. Zira zaten vazifeniz budur! Çünkü şeytanla dost olan, elbette ki insana düşman olacaktır, çünkü o da şeytandır.

 

Filhakika sorun nerede biliyor muyuz? Sorun, insanlığımızın yerine ideolojiyi yerleştiriyoruz ve olguları, olayları ideolojik gözle okuyoruz, bir insan gözüyle değil. Binaenaleyh, hep yanlış bakıyoruz, yanlış görüyoruz, yanlış okuyoruz. Tam bağımsız insan olarak davranamıyoruz. Tüm cemiyetlerden, cemaatlerden, partilerden, guruplardan, ideolojilerden, tanımlamalardan bağımsız, safi insan olarak davranamıyoruz. İnsani aklımızı kullanma cesareti gösteremiyoruz, ideolojik akılla hareket ediyoruz. İdeolojimize göre doğru mu, yanlış mı diye değerlendiriyoruz, insanlığa göre doğru mu, yanlış mı diye değil. İdeolojiye göre doğru olan insanlığa göre yanlış olur, ideolojiye göre yanlış olan insanlığa göre doğru olur, bunu düşünemiyoruz. Bu da bizim en büyük girdabımız, fanusumuz, fasit dairemiz oluyor. Böyle bir şeyde bizim basit birer sömürü nesnesi olmamızı intaç ediyor. Sonra da kuru gürültüler çıkarıyoruz. Geçelim! Bir coğrafya da yaşıyoruz değil mi? Bunu hissediyoruz, ayağımızın bastığı topraklar var, göğü yorgan, yeri döşek edinmişiz ve bunu bu coğrafyalarda yapmışız öyle mi? Elhak eyvallah. Bir devletimiz vardır dedik öyle mi? İttihaz edelim, etmeyelim, kendisine karşı sorumlu olduğumuz, hadimimiz olan, cezalandıran ya da ödüllendiren bir teşkilatın himayesindeyiz değil mi?  Aynen eyvallah. Milletimiz var malum öyle mi? Bağrında yaşadığımız, sair fertleriyle iletişim ve ilişki içinde olduğumuz, kendisi tarafından etkilendiğimiz ve kendisini etkilediğimiz bir millet bu değil mi? Kesinlikle eyvallah. Bu vatan üzerinde hayatını idame ettiren bu milletin bir dini var öyle mi? Zorla değil ama spontane etkilendiğimiz, içimizde hissettiğimiz bir din bu değil mi? Eyvallah yani. Peki, bu olgulara ve bu olguların olaylaştırılmalarına insani aklımızla bakmamız iktiza etmez mi? Yanlış eylemler olur, doğru eylemler olur, bunu da yine insani aklımızla yargılarız elbette, burası ayrı mesele. İdeolojik akılla baktığımızda her şey birbirine karışıyor ve bizi yığınla yanlışa sürüklüyor bu bakış.  Geçelim! Bir dinimiz var. Çendan biz doğduğumuzda bu topraklarda yaşayan insanları etkilemiş ve insanlarca tolere edilmiş, ruhlara sinmiş olarak bulduğumuz bir din bu. Ki haddizatında insanlarda merhamet, fedakârlık, şefkat, dayanışma, barış, ahlak, adalet, sevgi, muhabbet vb. duygulanımların, olguların orijini olan bir din. Çendan bir arada yaşamayı, birbirine saygı duyarak ve sevgi besleyerek yaşamayı kolay kılan bir din. İnsanı, insanlaştıran bir din. Tabi biz, uygulama yönünden bahsetmiyoruz burada, dini asli mahiyeti itibariyle ifade ediyoruz. Yanlış söylüyorsak, aksini ortaya koymak isteyen koyabilir. Nihayetinde aklımız var, dilimiz var, insanız. Teati yapabiliriz. Fikrimizi hürce serdedebiliriz. Birbirimizin nakıs olduğumuz yönlerimizi ikmal edebiliriz. İdeolojik akılla baktığımız zaman dine elbette böyle bakmak kabil olmuyor. Dini yok saydık, görünmez kıldık, hayatın dışına sürdük diyelim, elimize ne geçer? Haddizatında yapmış mı oluruz yoksa yıkmış mı oluruz? Burayı insani akılla düşünelim lütfen. Diyelim ki, insanın gönlünden ve hayattan din olgusunu çıkarıp aldık, insanları neye dönüştürürüz düşündük mü hiç?  Bu coğrafyaların, bu milletin, bu devletin dini İslam’dır. Bunu tolere etmek bize ne kaybettirir? Bunu reddetmek bize ne kazandırır? Bunu reddetmek ve istediğimiz hedefe ulaşmak, insanları neye dönüştürür hiç düşündük mü? Bunu isteyenler için bile ne tahribatlara sebep olur hiç üzerinde düşündük, değerlendirme yaptık mı? Hayır, niye kendi aklımızı, insani aklımızı kullanma cesareti gösteremiyoruz? Senin gövdeni ayakta tutan ruh gibi, adına başka bir şeyde diyebilirsiniz diliyorsanız, din de bu toprakların ruhu gibidir. Çünkü kimse getirip koymamıştır. Biz geldiğimizde zaten bu topraklardaydı. Bunu tolere etmeyenin de bu topraklara ne verebileceğini merak ediyorum. Tıpkı, bu dini tahrip ve tahrif edenlerin ne verebildiğini ve verebileceğini merak ettiğim gibi. İdeolojik akılla değil, insani akılla bakalım lütfen. Bu dini ittihaz etmek gibi bir mecburiyetimiz vardır. Spontane bir mecburiyettir bu, mecbur kılınmak gibi bir mecburiyet değildir. İdeolojik akılla bakıp, aksini iddia edip, olguyu tolere etmeyip yok etmeye ve olguyu tolere etse bile yanlış olaylaştırmaya tevessül edenlerin bu coğrafyalarla, bu devletle, bu milletle merbutiyeti yoktur ve olamaz. Şayet var olduğunu, var olabileceğini iddia etse de bağı yoktur, yapılan da düzeysizlikten, samimiyetsizlikten, mürailikten başka şey değildir. Bunu bileceğiz, bilmek zorundayız ve ona göre davranmalıyız. Dini hayat sahasından uzaklaştırmak, dine muhalif bile olsak, bizim içinde felaket olur. Bir kişiye, bir ideolojiye, bir şeye istinat ederek dini hayattan ve gönüllerden sürgün etmeye tevessül etmek, insanlığı vahşete davet etmektir. Ve böyle bir şeyin ağır bedelleri vardır. Bu milletin, kimsenin coğrafyasında, milli birliğinde, devletinde gözü olmamıştır ve kendisi içinde aynısını bekler. Aynısıyla mukabele etmeyenlere cevap verebilecek kudrette asil evlatları vardır ve zamanı geldiği an, bir salise bile beklemeksizin vazifelerini yapmak için hazır beklemektedirler evvelAllah.                                   

 

Her şeyin bir miadı vardır ve miadını doldurduğu zaman spontane çekilir gider ve zamanı gelenin önünde durmak kabil değildir. Kışın kar gelir, yazın hasat olur, baharda çiçekler gülümser ve tüm bunların önünde kimse duramaz. Bu, tarihin, tabiatın, insanlığın kaderidir! Kader, fasılasız işleyişine devam eder. Ve hiçbir şeyde geriye gitmez, daima ileriye gider, iyi ya da kötü fark etmez ama ileriye gider. Bir şeyin zamanı geldiyse gelir, gelmediyse zaten gelmemiştir. Geleceği zaman da altyapısı dizayn ediliyordur.  Gerek spontane, gerekte müdahaleyle. İnsan kaderini kendi yazar, kendi çizer. Ama kendisinin iradesi olmadan konulmuş mutlak yasalar dâhilinde, fakat kendi iradesiyle aldığı kararlarla. Değişen değişecektir, giden gidecektir, gelen gelecektir. Durum budur. Bunu farklı şeylere vermek abesle iştigaldir. Çünkü insan sessiz bir devinim içindedir. Gerek bedenen, gerek beynen, gerek kalben. Zira tecrübeler deposudur insan. Tecrübe edine edine ilerlemektedir ve kararlarını tecrübelerine göre almaktadır. Biz insanı saf sanırız ama aldanırız, çünkü o mütemadiyen biriktirmektedir ve birikmiş olanın yol göstericiliği, harici tüm yol göstericiliklere galebe çalar. Biz tüm olan bitenlerde, olacak olanlarda ya da olmayacak olanlarda birilerinin tesrinin olduğunu düşünür, varsayarız ama ne fark eder ki? Bu dünyada üç taraf kavga içindedir. Bir tarafta şeytan, şeytan olarak vardır; bir tarafta insan, insan olarak vardır; bir tarafta da şeytan, insan olarak vardır. Yani Müşrik, Müslüman, Münafık vardır. Şeytan şeytanlığını aleni olarak yapar haldedir, insan insanlığını aleni olarak yapar haldedir, şeytan şeytanlığını gizleyerek yapar haldedir. Her biri kendi fıtratı mucibince vazifesini ifa edecektir, hiçbirinin diğerini suçlamaya hakkı yoktur ve olmayacaktır da. Mesela, Mahkeme-i Kübra’da şöyle bir savunma yapamazsınız. İşte ben iyiydim de, şeytan bana tuzak kurdu, bende tuzağa düştüm kötülük yaptım. Tamamen geçersiz bir savunmadır. Dünya kavgası acımasız bir kavgadır. Hırs, arzu, ihtiras, ihanet, tamahkârlık, kötülük, zulüm dolu bir kavgadır dünya kavgası. Kimisi mamur etmek için ele geçirmek ister, kimisi tanrıcılık oynamak için ele geçirmek ister, kimisi de dünya nimetlerine sahip olup suya sabuna dokunmadan dem sürmek için ele geçirmek ister. Ya kavgaya tüm gövdenizle katılacaksınız ya kavgadan kaçacaksınız ya da kenarda durup kavgayı izleyeceksiniz. Elbette üç yönteminde sana sunacakları vardır ve razı olacaksın. Çünkü tercihin kararın, kararın kaderin demektir!       

 

Şeytan, daima kendisinin istediğini yapmak ister, oldurmak ister, her yönde insanın karşısına çıkar ve aldatmaya çalışır. Lanetlenmiş şeytan, insana ezeli ve ebedi düşmandır. Şeytan, kötülüğün ta kendisidir. İyilik ve kötülük, insanın damalarında kan gibi dolaşır mütemadiyen. Şeytan burada bitevi kötülüğün dominant olması için çaba gösterir. Binaenaleyh, şeytanın, yeryüzüne dağılmış çocukları asla boş durmazlar ve bademada boş durmayacaklardır. İnsanın zaaflarını ve alışkanlıklarını tespit edip, kontrol etmeye çalışacaklardır. İnsan, daima alışkanlıklarıyla ve zaaflarıyla vurulmuştur ve yenilmiştir. İnsan beden coğrafyasının kalp başkentine egemen olmayı başarmalıdır, şeytanı diskalifiye edebilmek için. Şeytan behemehâl insana galebe çalmak ister. Bu yüzden de ilk olarak insanın kalbine ve kafasına hâkim olmaya çalışır. Öyleyse burada iş insana düşüyor. Tuzağa düşmeyecek! Uyanık olacak, aklını kullanacak, fasılasız tefekkür sürecinde olacak, olguları ve olayları iyi okuyacak, yol işaretlerini kaybetmeyecek. Şeytan her zaman benim istediğim olsun der. İnsanı dünya nimetleri boyutundan etkisi altına almak ister. Bir şey olacaksa, kendi istediği gibi olsun diler. Sahip olduğu argümanları çok iyi kullanır. Zaafları ve alışkanlıkları olan insanları tespit eder ve onların kanına girer, hiç sezdirmeden kendi tarafına çeker. İnsan bir şey yapacağında, bir şeyi değiştirmek istediğinde hemen devreye girer ve kontrol kendisindeymiş gibi algılanmasını, hissedilmesini sağlamaya çalışır ve insanın çabasını berhava etmek ister, böylece insanın kendisine olanın güvenini boşa çıkarmayı düşünür yani insanı aldatır. İnsan burada uyanık olmalıdır, tuzağa düşmemelidir, kendi emeğinin ve çabasının anlamsızlaştırılmasına müsaade etmemelidir. Şeytanın yeryüzüne dağılmış çocukları, ruy-i zeminin herhangi bir yerinde herhangi bir dönüşüm hamlesi mi vuku buluyor hemen olaya el atmaya tevessül eder, önce dönüşüm hamlesinin nihayete erip eremeyeceğini tespit etmeye çalışır, kararı ne yöndeyse olaya o yönden müdahale eder, ister ki ben istediğim için öyle oldu sansın insanlar ve kendisine aldansın insanlar. İnsan içinde ki iyiliğin sesine kulak vermelidir, kötülüğün değil. Kötülüğün sesine kulak verip uyduğu zaman şeytanın adımlarını takip etmeye başlayacaktır ve kaybedecektir! Fıtratına sadık kalırsan kazanırsın.   

Tarih: 25.03.2017 Okunma: 752

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?