KENDİ AKLINI KULLANMA CESARETİ GÖSTER!...28...

Özgür DENİZ - 23.03.2017

Haddizatında her şey o kadar basit, o kadar yapılabilir ki, ama gel gelelim bizim o tarakta bezimiz yok. Ya beynimiz zehirlendiği ve mankurtlaştığımız için anlamakta zorlanıyoruz ya zaten düşünce yetimiz dumura uğramış ve aklımız bize ait değil ya da çıkarlarımız zedelendiği için anlamamazlıktan geliyoruz. Kendi aklımızı kullanmaya cesaret edemiyoruz bir türlü, sorunun kaynağı bu. Okumaya ve düşünmeye o kadar uzaklaşmışız ki, adeta yabancılaşmışız. Oysa ‘’Oku!’’ diye başlayan ve bitevi ‘’Aklet’’ diyen bir dinin müntesipleriyiz. Maalesef bu milletin çocukları o kadar zehirlenmiş ki, özlerini, sözlerini kaybetmişler, kendi kendilerine yabancılaşmışlar. Söyleneni bile anlamaz hale gelmişler. Gerçekten dehşetli bir anlama kıtlığı var. Hani eğitim camiasında mütemadiyen işittiğimiz meşhur bir şikâyettir; öğrencilerde ‘’anlama’’ sorunu var, bir türlü anlamıyorlar. Evet, onlar küçük çocuklar ama bizlerde büyük çocuklarız ve vallahi aynı durum büyükler içinde geçerlidir hem de güya okumuş büyükler için bile. İster kızılsın, ister kızılmasın umurumda bile değil, vallahi, billah, tallahi anlama sorunumuz var. Anlamıyoruz! Ve bizim mevcudiyetimizi sıkıntıya sokanda bu ‘’anlayamama’’ sorunudur. Çünkü okumamak ve düşünmemek bir gelenek, alışkanlık haline gelmiş bizde. Okursak, düşünürsek yoldan çıkarız sanıyoruz. Okuyorsan ve düşünüyorsan da hedef oluyorsun. Çünkü gerçeklere dokunuyorsun bitevi ve bu rahatsız ediyor. Oysa bizim rahatsız olmaya ihtiyacımız var zaten, zira çok rahat olduk biraz da rahatsız olalım. Zira rahatsız olursak uyanırız, bilakis uyumaya devam ederiz. Peygamberimizin dönemini tahattur eyleyelim lütfen. Vahiy geldiği zaman tüm alışılagelmiş gelenekler, düzenler yerle yeksan oluyordu, ata dini tedricen çöküyordu ve hem müminleri rahatsız ediyordu bu hem de kâfirleri. Müminler kabul etseler de nefislerine zor geliyordu, kâfirlerin ise o zamana kadar sürdürdükleri şeytani düzenleri yerle yeksan oluyordu. Demek ki rahatsız olmak iyileştirici bir özelliğe malikmiş. Öyleyse bırakın rahatsız olun, olalım. Okuyalım, düşünelim, anlayalım ve rahatsız olmaya katlanalım.

 

Şimdide Arthur Schopenhauer’den iktibaslar yapmak istiyorum:

 

‘’Taş çamurda halka yaratmaz.’’

 

‘’Takırdayan nal, çivinin eksikliğini gösterir.’’

 

‘’Konuştuğumuz kişi, bizi, kendi düzeyine indirir. Böyle biri karşısında, nitelikli kişi bütün niteliklerini yitirmiş gibi olur. Oysa onun bu sırada kurban ettiği şeylerden ötekinin hiç haberi yoktur.’’

 

‘’Fikirsiz, düzeysiz, niteliksiz insanlarla, onlar gibi olmadıkça konuşmanız imkânsızdır.’’

 

‘’Düzeysizlik elektriğe benzer. Kolayca dağılır. İşte o zaman kendi değerini düşürmek sözünün gerçek anlamını iyice anlarız.’’

 

‘’Nice kişide düşünmenin yerini görme almıştır.’’

 

‘’Alıklara, taş kafalılara anlama yetimizi göstermenin tek yolu onlarla konuşmamaktır.’’

 

İnsançocuğu, tekliği içinde çokluğu, çokluğu içinde tekliği taşıyan akıl, irade, ihtiyar sahibi canlı bir varlıktır. Devasa insanlık ailesini tek bir insançocuğuna sığdırabilir ve tek bir insançocuğu içinde devasa bir insanlık ailesini bulabilirsiniz. Öyle değil mi? Bir insanda tüm insanlığı müşahede etmiyor muyuz ve tüm insanlığa bakınca tek bir insanın suretini görür gibi değil miyiz? Tekliği ile benzersizdir ama çokluğu ile tüm benzerlerini kendisinde barındırır. Her bir benzeri kendisi için bir ayna gibidir. Bu yüzden kendisini en berrak şekilde karşısında duran hemcinsinde görür. Yapabileceklerini de, yapmaması gerekenleri de karşısında duran hemcinsinde temaşa eyler. Gözlerinin dışarıya yönelik olmasının en büyük anlamı da budur. Beyniyle kendi derununda seyri sefer ederken, gözleriyle dış âlemde seyri seferdedir. Gerçekten ilginç bir varlıktır. Tam bir kaostur. Çelişik bir varlıktır. Bulmamıştır aramaktadır. İllaki aramaktadır, arar, aramak zorundadır. Olmamıştır ama olmak yolundadır. İlla ki olmamıştır, çiğdir, pişmesi gerekmektedir. Cahildir ama bilmek için çalışmaktadır. İllaki cahildir, çünkü ilmin tümü ihata edemez, bildikleri okyanusta damla mesabesindedir. Acemidir ama tecrübeler edinmiştir. Çünkü bitevi yürümektedir, bir yol içindedir ve yollar tecrübe doludur. Masumdur ama masumluğunun içinde zalimi gizlemektedir. Zalimdir ama yüreğinin en dip derinliklerinde, en kötü zamanlarında kaçıp iltica edeceği bir arınma merkezi vardır. İnsan ne şeytandır ne de melek, ne mutlak iyidir ne de mutlak kötü, vasattır. İnsan, bitmeyen bir yolculuktur. Tükenmeyen bir hazinedir. Kimlikle doğmuş ama bir dini seçmiştir; ne kadarda İslam fıtratı üzerine doğmuş olsa da. Nihayetinde, insan, gerçekten garip bir varlıktır. Çözülmesi hem kolay hem de zordur. Çözdüğünü sandığın an haddizatında çözümsüz kaldığın andır, çözemediğini düşündüğün an da bilmezsin ama çözdüğün andır. Zaten böyle bir varlık olduğu içindir, onu hesaba katmadan üzerinde hesap yaptığımız için her daim hezimete ve hüsrana uğramaktayız ya. Filhakika yazılan her şey insanla ilintilidir ve insanı tanımadığımız içindir tüm yanılgılarımız, yanlışlarımız.

 

Biz niye ahlaksızız biliyor musunuz? Okumuyoruz. Düşünmüyoruz. Anlamıyoruz. Hissetmiyoruz da ondan. Sadece okuduğumuzu, düşündüğümüzü, anladığımızı, hissettiğimizi sanıyoruz. Sanmaklarla yaşıyoruz. Ata dininin gönüllü kurbanlarıyız. Alışkanlıklarımızın esiriyiz. Allah’ın dinini bilmiyoruz. Bildiğimizi sanıyoruz. Bilseydik yaşardık, bunu idrak edemiyoruz. Şöyle bir misal vereceğim; bir camianın mensubusunuz, bir gün bir makam elde ediyorsunuz, makamı elde etmeden önce gayet sakin, mütevazı, dürüst bir insansınız, şeref alıp satıyorsunuz. Velakin makamı ele geçirir geçirmez bambaşka bir insan olup çıkıyorsunuz, insanlıktan çıkıyorsunuz. Afranızdan tafranızdan geçilmiyor, kibir kokuyorsunuz, şımarıyorsunuz. Şimdi söyleyin lütfen; aklı olan biri, okuyan biri, düşünen biri, anlayan biri, hisseden biri hatta din sahibi biri böyle yapar mı? Yapmaz, yapamaz, çünkü insanlık şerefine yediremez. Zira inandığı değerler buna müsaade etmez. Ki böyle bir tavır ne de basittir, alıkçadır, iğrençtir, sefilanedir, insanı düşürücüdür. Hatta burada şöyle bir durum da tezahür ediyor spontane olarak, demek ki önce ki yaşam riyakarca bir yaşammış. Ama böyle bir durumda değer de kalmıyor artık, zira menfaatler ön plana çıkıyor, artık bir makam sahibisiniz ya, alttaki insanlardan ayrıldınız ya, onlardan üstün hale geldiniz ya, öyleyse onlar gibi olamazsınız, onlara üstten bakmalısınız, onlar da kim oluyorlar? İşte biz böyleyiz. Hem de bir taraf olarak değil her taraf olarak böyleyiz. Basit, ucuz, çapsız, alık tipleriz, ahlaktan noksanız. Keza, küçücük bir güç geçti mi elimize, hemen diğerlerine niza vermeye tevessül ediyoruz, artık biz yegâne ölçüt oluyoruz, herkes bize uymalı diyoruz. Bizim yanlışımız olmaz, bize yanlış yapılmaz diye düşünüyoruz, herkes bize benzemeli gibi duygular besliyoruz. Karşımızda ki bir düşünce beyan etti mi ve o düşünce hakikat bile olsa bize uymadı mı hemen kızıyoruz, içimizde garip duygular depreşiyor ve karşımızdakine kin kusuyoruz, belki bunu direkt belli etmiyoruz ama endirekt yolarla hıncımızı çıkarmaya tevessül ediyoruz. Oysa okuyan, düşünen, anlayan, hisseden hatta din sahibi olan biri ve hatta insan olan biri böyle yapar mı? Yapmaz, yapamaz, yapmamalıdır. Gerçek bu kadar basittir kardeşim! İşte haddizatında uhuvvet ve muhabbet iklimini zedeleyen en önemli sebeplerden biridir de bu. Toplu ortamlarda ahkâm kesiyoruz ama tam eylem yapma zamanı geldi mi aslımıza dönüveriyoruz. Oysa niye böyle yapıyoruz ki? Aksini yapamaz mıyız? Yaparız ama nefsimize egemen olan süfli duygular ve düşçüneler bizi insanlıktan uzaklaştırıyor. Bu dünyanın ve kendimizin fani olduğumuzu bilsek, anlasak bile böyle davranmayız ama maalesef alığız, cahiliz, bilmiyoruz, anlamıyoruz, hissetmiyoruz, düşünmüyoruz, okumuyoruz. Hakikat izhar edilince de ahmakça kızıyoruz. Anlamıyoruz denildiğinde küplere biniyoruz. Anlamıyoruz kardeşim işte anlamıyoruz, alıksın, tıpkı anlamıyorlar dediğimiz çocuklar gibiyiz. Anlıyorsak, adam gibi davranmak, yaşamak zor değil ki!

 

İnsançocuğu üzerinde hayat sürdüğü tabiata bağımlıdır. Hem de kopmaz bağlarla bağımlıdır. Tabiatla merbutiyetinizi koparabilir misiniz? Haydi uçun! Kopun tabiattan buyurun! Tabiatta insanın emrine kendini sunmuştur. İnsan tabiat tavassutu ile her gün kendini yeniler, yeniden yaratır. Hâkimdir ama mahkûmdur. Tabiat bir laboratuvardır insançocukları için. İnsan emeğinin tezahür ettiği ve emeğin tezahür ederken insanın kendisinin tezahür ettiği yerdir tabiat. Varlığın mutlak ve değişmez yasalarına tabiidirler hem tabiat hem insan ve bu yasalar çerçevesinde işleyiş içindedirler. Yasaya mugayir bir hal, hallerin değişmesine yol açar ve insicam tagayyürata uğrar, işler şirazesinden çıkar, kozmos kaosa tedvir olur. Bu da bitiştir! İnsan ve tabiat birbirleriyle iç içedirler. Doğanın yenilenmesi için insan, insanın yenilenmesi için doğanın sundukları gereklidir. Birbirileriyle anlamlıdırlar, anlam kesbederler. Üzerinde yaşadığı tabiatında, kendisinin de bir tarihi vardır. Bir tarihin sahibi olduğu kadar, sahip olduğu tarihinde ürünüdür haddizatında. Çünkü birikmiş tarihin sonucudur. Tarihini aldınız mı, sıfırlanır. Tarih hafızadır ve hafızasıyla yaşar insan. Hafıza gitti mi canlı cenazeye dönüşür ve yaşam hakikatte biter zevahirde varmış gibi görünse de. Tarihsiz insan, insansız tarih kabil değildir yani. Bulunduğu an itibariyle, bir tarihin toplamıdır. Tarihi olmasaydı bugünü de olmazdı, bugüne sahip olmasaydı yarına ulaşamazdı. Kim bilir belki de bir meçhul, bir yitiktir insan. Görünmek istemekte, yitiğini bulmaya çalışmaktadır. Mücadelesinin anlamı ve büyüklüğü burada gizlidir belki de. Bir toplum içine fırlatılmıştır. Toplumun zincirleriyle kuşatılmıştır. Varlığının tecessümün de içinde yaşadığı toplumun da etkisi vardır. Çünkü mutlak yalnız olması muhaldir. Belki çokluğunda yalnızlık vardır kim bilir. Ve tekliği o çokluğunda ki yalnızlığının peşindedir. Garip bir gizem, çözülmesi zor olan bir sır. Ama zaman aydınlıktır ve kim bilir sırrın da çözülmesinin bir zamanı, yeri, saati vardır. Belki bu da sırdır, sır içinde sır! Kendisini anlayamayan, tanıyamayan insan neyi anlayabilir, tanıyabilir ve tanıyamayan, anlayamayan insan, nasıl insanca varolabilir, yaşayabilir?

 

İnsan, bir toplum içinde yaşar ve yaşamak zorundadır. Dünyada bir tek siz kaldınız, nasıl olurdu? İnsan, toplum içinde yaşaması için ve yaşayacak şekilde halkedilmiştir. Peygamber ne demişti? ‘’Eğer ki insanların arasına karışmam emredilmeseydi, bir taşın üzerinde oturur ve öylece gökyüzüne bakardım.’’ İnsan, topluma etkide bulunur, toplum tarafından da etkilenir. Yaptığımız her şeyi haddizatında topluma matuf yapmıyor muyuz ve toplumda hâsıl olan vakıalardan etkilenmiyor muyuz? Şöyle ki; bir siyasetçi toplumu etkiliyor mu? Toplum o siyasetçiyi etkiliyor mu? Karşılıklı etkileşim vardır yani. Çünkü toplum insanların toplamıdır, insan da toplumun bir üyesidir. Bu dünyada her şey iki yönlüdür. İki yönlü olmayan hiçbir şey yoktur. Dünya-ahiret, hayat-ölüm, erkek-kadın, yer-gök, insan-şeytan, ruh-beden, akıl-gönül vb. İnsan toplumu yaratırken, toplumda insanı yaratır diyebiliriz tabir caizse. Çünkü ikisi de birbirinin yontucusudur bir anlamda. İçinde yaşadığı toplumdan hem bağımsızdır hem de içinde yaşadığı topluma bağımlıdır insan. Hem toplum zindanındadır hem de bu zindandan kurtulmak için cehd içindedir. Nasıl tabiata bağımlıdır, topluma da bağımlıdır, tıpkı mazisine bağımlı olduğu gibi. Yapıp ettikleri toplumu etkiler ve biçimlendirir, bu geri döner ve kendisini etkiler, biçimlendirir. İkisi birbirini karşılıklı dönüştürerek ilerlerler. Birbirlerinin terakkilerinin müsebbipleridirler. Kaotik olduğu kadar bencil bir benliği vardır. Bütünü özler ama yalnızlığa methiye düzer. Yalnızlığa düşer ama bütünü gözler. Bitmeyen bir dilemmanın mahkûmdur. Hem sürgündür hem mahpus. Hem hürdür, hem tutsak. Kendinde mahpustur, doğa da mahpustur, toplumda mahpustur, tarihte mahpustur ama hepsinde aynı zamanda sürgündür. Fakat varoluş mücadelesini verebilecek şekilde de hürriyet sahibidir. Ne mahpusluğu biter ne sürgünü sona erer. Çaresizlik içinde yaşar gider. Ne acıları biter ne de sevinçsiz kalır. Hür görünmektedir ve hürriyet peşinde koşar ama zincirlerle kuşatıldığının da farkındadır, fakat farkında değilmiş gibi davranır. Kendine karşı münafıktır. Bütünü özler ama yaklaşınca da sıkılır, vazgeçer bütünden ve yine yalnızlığı seçer. Zaten varoluşunda ki farklılık, mutlak bir bütün teşekkülüne en büyük engeldir. Varoluşunda ki farklılık, sürekli çatışmanın ve toplu olarak bir arada sonuna kadar bulunamamanın da en büyük sebebidir. İnsan, buraya ait değildir. İnsan yabancıdır filhakika!

 

İnsan akıl sahibidir ama aklı kendisine derttir, aynı zamanda servettir. Hep servet olsun ister, çünkü bencildir. Sancıları aklından mütevellittir. Düşünmez ölür, düşünür olur. Bu da başına beladır, öyle de, böyle de beladır. Evet, aklıyla ayrılır diğer canlılardan ama aklıyla da sorumluluk sahibidir. Şöyle baktığınızda aklına isyan etmektedir sanki. Derununda nerden gelip kondun ey akıl kuşu başıma diyormuş gibidir. Çünkü aklı, başını belaya sokmaktadır tabir caizse. Aklı olsun ister belki ama aklı yüzünden de sorumluluk sahibi olmasın ister. Zaten bu yüzden değil midir, aklını başkalarının cebine koyup, kendisinin kullanma cesareti gösteremeyişi? Tüm zindanlardan aklıyla kurtulmaya çalışır. Tüm akılsızlar üzerinde egemen olmasının biricik sebebi; akıl sahibi olmasıdır. Aklıyla, tüm akılsızlar üzerinde egemendir ama bütün acılarının kaynağı da aklıdır. Olması ayrı bir dert, olmaması ayrı bir derttir. Aklına çok güvenir ama aklı ona hiç güvenmez. Aklı hem belalısıdır hem de ebedi şifası. Girdaplara aklı aracılığıyla mahkûm olur, ama çıkışı yine onun sayesindedir. Rahatsızlığı, isyanı ve sıkıntıları aklından dolayıdır. Ne gariptir ki, akıl verilmemişlerden tek farkı da budur. Bu yüzdendir ki, aklı olmayanlar mutlak bir sükûnet içindedir, sessiz ve tepkisizdir. Ama insan dediğimiz hırçındır, tepkilidir, isyan halindedir, mütemadiyen bağırır durur. Aklıyla hem tuzak kurar hem tuzaklardan korunur hem de tuzağa düşer. Kâfirliği, müşrikliği, münafıklığı aklının uçarılığındandır. Aklı onu doğruya, güzele yönlendirir ama o aklının başka çağrılarına kulak verir. Aklı bir secdeye çağırırken, o binlerce secdenin tutsaklığına müpteladır. Hem ilahi akıl hem şeytani akıl birliktedir varlığının derinliklerinde. Burada aklına yardımcı olacak bir ruhun sahibi olduğunu unutur. Unutmaz da yokmuş gibi davranır. Batışının odak noktası da burasıdır. Ruhsuz, bir çamur olduğunun idrakinde değildir. Beden denilen çamura anlam katan, canlılık veren şeyin ruhu olduğunu algılayıp, anlayamadığı için hayat yolunda mütemadiyen yalpalar durur. Kendini tanımaz ama tanıdığını sanır. Kendini tanımakta istemez. Korkar çünkü. Güneşin mahiyetini bilmek ürkütücüdür. Çünkü yakar bildiğiniz anda. Bu yüzden olduğu kadarıyla, gördüğümüz kadarıyla biliriz, tanırız. Yaşam sebebimiz budur. İnsan, kendisini tanıyıp, bilseydi cehaletinin de farkına varırdı. Bilmeden akıllı olduğunu sanmak alıklıktır oysa. Kendinde ki ruhu tanımayan bütünün ruhunu ne bilsin. Gördüğünü inkâr edene ne denir? Görür ama görmediğini sanır. Duyar ama duymadığını sanır. Bilir ama bilmediğini sanır. Hisseder ama hissetmediğini sanır. Oysa kendinin farkına varıyorsa, bütün insanlığında farkında olması gerekir. Ama bütün insanlığın neyi ifade ettiğini bilemez işte. Bilmek istemez. Çünkü bilmekten korkar. Düşünmekten de bu yüzden kaçar.

 

İnsan, eğitilebilir bir mahiyete haiz olarak halkedilmiştir. Kalındır, incelmesi iktiza eder. Beşeri güdülerinden kurtulması ve insan olmaya doğru evrilmesi zaruridir. Haddizatında eğitilmesi icap ettiğini, eğitilmek için halk edildiğini de bilir. Velakin, kim tarafından ve nasıl eğitileceği konusunda cahildir. Yanlış mabetlerin, yalancı kılavuzların öğrencisi olmaya heveslenir. Pusulasını ve kılavuzunu kendi aklıyla intihap eylemeyi arzular ama beceremez. Yanlış mabetlerin kapısından, yalancı kılavuzların ellerinden inhiraf etmiş ve bozulmuş olarak çıkar ve topluma günahlarını kusar. Zira işlenen her suç, bir günahın kusulmasıdır. İnsanı bozmadan köleleştirmezsiniz. İşte yanlış mabetler ve yalancı kılavuzlar da insanı bozarak köleleşmesinin yolunu açmışlardır. İnsan, nefsinin kölesi olduğu için bunları algılayıp anlayamaz, ta ki düşünceye değin. Yanlış mabetler, yalancı kılavuzlar, insanın ruhunu eğmek içindirler. Ruhu eğilmeye görsün, artık bir ömür başı eğik olarak yaşamaya mahkûm olmaktan asla kurtulamaz. Böylece bir secdeye eğilmesi gereken baş, binlerce secdede eğilmeye başlar. İşte insanı bozanlar bu ters gerçeğin farkındadırlar. Bu yüzden onun ruhunu eğmeye, bükmeye çalışmaktadırlar. Onu en mükemmel eğiticiden uzaklaştırmaktadırlar. Bilakis, onun eğilmez başını eğmek kabil değildir. Ruhu eğen de, dünya denilen bataklıktır. Ama bu bataklık süslenerek gösterilir aklına, yanlış mabetlerin yalancı kılavuzları tarafından. İşte aklın şaştığı, uçurumun eşiğine geldi andır bu. Akıl burada ruha galebe çalar. Tabi bu şeytani akıldır. Doğru yaptığını sanır ama içinde bir yerde kalmış olan iyiliğin izi peşini bırakmaz. Yanlış mabetlerin yalancı kılavuzları insanın vicdanını örter. Vicdanı örtülen insan karanlığın içinden çıkamaz.

 

İnsanın aklı vardır evet. Var mıdır? Vardır. Yani aklı olmasaydı, insan, insan olmazdı ki. Aklı olduğu için insandır çünkü. Ama aklını kullanmalıdır insan, ona uymamalıdır. Aklını yüceltmemelidir. Evet, akıl yüce bir nimettir ama yüceltilmemelidir. Aklını ilahlaştırıp aklına mutlak bir güven içinde olduğu zaman şeytanın tuzağına düşer insan. Zira aklında bir sınırı, bir hududu vardır. Atı her yere süremezsiniz değil mi? Buyurun sürün! Bir yerde gem vurmak zorunda kalırsınız. Akılda aynıdır. Zira her şeyi akılla bilemez ve bulamazsınız. Bu yüzden de insana gönül verilmiştir. Aklın yetmediği yerde gönül, gönlün kifayetsiz kaldığı yerde akıl yardımcıdır. Yani denge! Gönül, gölgesini aklın üzerinden çekip alırsa, akıl vartanın eşiğine sürüklenir. Akıl da gönülden desteğini esirgerse, gönül ıstıraplar içerisinde boğulur. İnsan, nasıl beden ve ruh birliğinden müteşekkilse, insanın ideal şekilde, tam insanlık çizgisinin üzerinde yaşaması içinde aklın ve gönlün ortak kılavuzluğu sayesinde kabildir. Peygamberimizi düşünün; hem gönül hem akıl Peygamberiydi. Engin bir gönlü, derin bir aklı vardı. Bu hakikat algılanmalı, anlaşılmalı, kavranılmalı, sezilmeli, hissedilmelidir. Çünkü mutluluğun ve başarının anahtarı bu hakikatin fevkine varmaktadır. Terakkinin garantisi bu hakikatin idrakidir. Gerçeklerden korkulmamalıdır, bilakis gerçekleri bilmeye cesaretimiz olmalıdır. Ama ne hazin ki, insan, korkularının esiridir. Bu da, bilgisizliğinden kaynaklanmaktadır. Aklını kullanmayıp, ona uymasından; akıl atına ruh gemini vurmamasından kaynaklanmaktadır. Doğrulardan kaçıp, yalanların tozpembe dünyasına sığınmak istemesinden kaynaklanmaktadır. Yalanlar, gerçeklerin verdiği acıları unutturmaktadır güya. Oysa bu muvakkattir, gerçekler bizi asla yalnız bırakmazlar, hiç ummadığımız anda çıkar gelirler ve acılara boğarlar, tadımızı kaçırırlar. Hülasa; bilmeye cesaretli olmak gerekir! Gerisi kendiliğinden gelir.

 

Tarih: 23.03.2017 Okunma: 719

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?