DEVRİMİ, ÖNCE KAFANDA YAP BEBEĞİM!...22...

Özgür DENİZ - 17.03.2016

Bizler, medeniyet evimizin ana kolonlarını muhkemleştirdiğimiz zaman, her şey spontane hallolacaktır. Hallolmayacak hiçbir şey yoktur. Temiz bir akılla, kalple ve vicdanla, olguları, olayları tahkik ve tetkik edelim. Dürüst ve samimi bir çözümleme yapalım. Çok doğal, masum, saf, temiz ve iyi niyetle düşünelim. Bu kolonlar; dinimiz ve kimliğimizdir. Kimlik ve din algımız düzeldiği zaman, tüm hayatımız düzelecektir inanın. Çünkü en büyük sorun buradadır ve biz de buradan vurulmaktayız. Bunlarda temellerimiz olunca ve buralarda sarsıntı sadır olunca her şey şirazeden çıkmakta koca gövde sarsılmaktadır. Kimliğimizi bir ev gibi düşünelim. Dinimiz de o evin boyası olsun. O evi, dışarıdan bakınca mutantan ve kudretli gösteren şey boyasıdır. Dinimiz, kimliğimizi niteleyen şeydir. Bugün dinimiz dâhilinde farklı unsurlar olduğu gibi, kimliğimiz dâhilinde de farklı unsurlar vardır. Ama biz parçalara takılmayıp büyük resme bakmalıyız. Yani İslam ve Türk olgularına bakmalıyız ama bu olguları da özele indirgeyerek farklı algılamalara meydan vermemeliyiz. Tarihi bağlamda olgulara odaklanmalıyız. Olguların mahiyetlerini nazar-ı dikkate almalıyız. Olayı kişiselleştirmemeliyiz. Çünkü dinimiz de, kimliğimiz de geneli kapsama alanına alan olgulardır. Evet, bir bina düşünün ki, o bina dışarıdan bakınca bütünlük arzeder ama içine girince elbette odaları vardır. Ki, bir bina, haddizatında odaları ile bir anlam ifade eder. Odalar insicam içerisinde bir araya geldikleri zaman binayı ortaya çıkarırlar. İşte bizim kimliğimiz ve dinimiz de bu şekilde düşünüldüğü zaman sorun kalmaz. Kimliğimizin ve dinimizin dâhilinde ki unsurları da odalar gibi düşünün ve bir araya geldiklerinde kimliğimizi ve dinimizi ortaya koyduklarını tasavvur edin. Her bir unsurun kendi çapında büyük kıymeti ve önemi vardır. Her biri vazgeçilmezdir. Çünkü büyük bina, onların varlıklarıyla bir değer kesbetmektedir. Eğer biz parçalara odaklanırsak, böyle bir şey şeytanilerin işine gelir, Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in de sarih ve beliğ ifadeleriyle, izah ve izharlarıyla. Dinimiz, kimlik binamızın mutlak harcıdır, çimentosudur. Binaya anlam katan odaları bir arada tutan ve tümleyerek büyük resmi ihdas eden şeydir. Din harcını, çimentosunu, kimlik binasından çekip alınız, o bina toz yığınına döner. İslam, Türk Milletinin, ateşi, suyu, havası, toprağı, hülasa; varlık sebebidir, var olma, var kalma, varlığını idame ettirme sigortasıdır. Türk’ün ruhudur İslam. İslam’dan arınmak, tatsız, tuzsuz, kokusuz, manasız kalmak demektir, hülasa; ölmek demektir. İnsan, hayat, evren ve tüm varlık âlemi, bir ölçü ve denge üzerinde var olmuştur. O ölçü ve dengenin adı; İslam’dır. Fertte, millette, devlette, İslam’dan saptığı zaman yani dengeyi ve ölçüyü kaybettiği zaman her şey şirazesinden çıkar ve alt üst olur, bu mutlak hakikattir. Çok namuslu, dürüst ve samimi olmalıyız. Tüm unsurlarıyla birlikte büyük resmin adı olan Türk Milleti de, İslam Dinini taşıyandır, neşredendir, yaşayandır, yaşatandır, millet düzeyinde tebliğ edendir, hülasa; İslam’ı görünür kılandır. İslam’ın yüceliğini, yüksekliğini, büyüklüğünü müşahhaslaştırandır. Bir olguyu olaylaştırmadığınız ve hayata dâhil etmediğiniz zaman, o olgu mücerret olarak kalmaya mahkûmdur. Tıpkı, herhangi bir nesnenin kullanılmadığı zaman anlamsız kalması ve hiçbir değer, önem ifade etmemesi gibi. İslam, hayata aktarılmak, yaşanmak, hayatımıza anlam katmak içindir, öyleyse olgu boyutundan çıkıp olaylaşması iktiza etmektedir. Peki, olaylaştıracak olan kimdir? Elbette ki, küçük mikyasta ferttir, büyük mikyasta millettir bu. İslam, kendi halinde olaylaşacak, hayatlaşacak, yaşanacak değildir herhalde? İşte bu nüansı bir fark ve idrak edebilsek, arkası çözülecek ve her şey spontane hallolacaktır. Ama burada takılıp kalıyoruz ve her şeyi bir kördüğüm haline getiriyoruz. Anlamaya çalışmıyoruz. Her şeyde olduğu gibi sığ bakıyoruz, sığ yaşıyoruz. Hiçbir gayret ortaya koymuyoruz anlamak adına. Oysa ciddi olmalıyız. Yanlış varsa düzeltmeli, doğruyu görüyorsak kabullenmeli ve ona göre hareket tarzımızı tayin etmeliyiz. Lütfen söyleyiniz, dürüstlük dediğimiz şeyi hayata kim aktaracaktır, kimde tezahür edecektir bu erdem? Hiç şüphesiz ki, bu sorunun cevabı insandır. Peki, bu erdem hayata aktarılmasa, yaşanmasa ne olur? Mücerret bir şey olarak kalır ve hiçbir anlam ifade etmez.  Bilinmezliğin ve belirsizliğin mahkûmu olur. Peki, bu durumda ne işe yarar? Hiçbir işe yaramaz. Olaya bu bağlamda baksak bile İslam ve Türk Milletinin derin ve ince merbutiyetini idrak etmeye kifayet edecektir. İslam ile Türk Milleti imtizaç etmiştir. İnsicam içerisinde varoluşlarını tahakkuk ettirmektedirler. İslam’ı da bir değer, erdem gibi telakki ettiğiniz zaman olay aydınlanacaktır. İslam’ın hayata aktarılması ve yaşanması için insana ihtiyaç vardır, bunu genelleştirdiğiniz zaman millete ihtiyaç vardır. İşte bu millette Türk Milletidir, tüm unsurlarıyla birlikte. İki olguyu tefrik etmek, kabil-i mümkün değildir. Bundan da gocunmamak icap eder. Bundan gocunanlar, bu binayı yıkmak isteyenlerdir ve yıkmak isteyenler adına iş yapanlardır. Bu bina yıkıldığı zaman, binanın boyası da dökülecektir ve belirsizleşecektir. Odalarda anlamsızlaşacak ve varlıklarını kaybedeceklerdir. Bu yüzden, bu binayı korumak ve bir bütün olarak ayakta tutmak; milletin meselesidir, milli meseledir. Kadim sorumluluktur!

 

Bizim algılamamızda sorun var. Biz, biz istemden hatta biz farkında olmadan, zımnen bize dikte edilmiş verilerle algılıyoruz şeyleri. Bu da bizi yanlış anlamaya sürüklüyor. Yanlış anlayınca da, silsile halinde her şeye bakışımız yanlış oluyor ve yanlış bir şekilde yaşıyoruz. Bir şey neyse odur ama biz hayır öyle değil, olamaz diyoruz. Böyle bir alıklık olabilir mi Allah aşkına? Kardeşim öyleyse öyledir. Sen benimsemedin diye bir şey olduğundan farklı olacak değildir ki. Sen kabul etmezsen etme ama o şey neyse odur. Bir de, sanki hayat bizim inandığımız gibi olmak zorundaymış gibi haller içinde oluyoruz. İnsanlara hayat dikte etmeye yelteniyoruz. Hiçbir kimse, başka bir kimseye göre yaşamak zorunda değildir ki. Ha bu meyanda toplumsal normlara intibak etmek ayrı bir şeydir. Çünkü toplumsal normalar bağımsızdır ve herkes belli bir düzeye kadar ona intibak etmek zorundadır. İstese de istemese de. Zira toplumsal normlar bir yerde yazısız umdelerdir, spontane teşekkül etmiş değerler bütünüdür. Yani bir şahsın, bir kliğin, bir kitlenin ortaya koyduğu umdeler, değerler bütünü değildir. Geçelim! Misal; İslam diyoruz ama İslam’ın, yaşanması, olaylaşması ve hayatlaşması gereken erdemler bütünü olan bir şeriat olduğunu algılayamıyoruz ve hayır öyle olamaz diyoruz. Şeriat mevhumunu duyunca kırmızı görmüş gibi oluyoruz. Hemen zihnimize yüklenmiş veriler harekete geçiyor ve bizi, biz farkında olmadan manipüle ediyor ve saçmalamamızı intaç ediyor. Öyle işte kardeşim! Sen öyle olamaz deyince olmayacak mı yani? Hakikat mi seni belirleyecek, sen mi hakikati belirleyeceksin? Nasıl inandırılmışsak, her şeyi o şekilde biliyoruz. Kendi kafamızla düşünüpte, şeylerin dip derinliklerine inmiyoruz ve gerçeklerini merak etmiyoruz. Sonra da gelsin yanlışlar peş peşe. Biz samimiyetsiz, ciddiyetsiz, riyakâr insanlarız maalesef.  Hakikati arar gibiyiz ama aramıyoruz. Doğruyu yaşamak ister gibiyiz ama ne bulmak için çaba gösteriyoruz ne de bulduğumuz zaman hayata aktarıyoruz. İflah olmaz bir paradoksun kıskacında kıvranıyoruz adeta. Araba var ama süren yok, şu sürmesin, bu sürmesin, o sürmesin. Peki, kim sürsün kardeşim? Arabayı illa bilen insan sürer, tecrübesi olan insan sürer, ehliyeti ve liyakati olan insan sürer ve arabanın bir anlam taşıması için de sürülmesi yani kullanılması iktiza eder. İslam’ın da yaşanması, çağlardan çağlara taşınması, hayatlaşması, olaylaşması iktiza eder. Peki, bunu kim yapar? İnsan yapar? Hangi insan yapar? Bilen insan yapar, tecrübe sahibi insan yapar, ehliyetli ve liyakatli insan yapar. Eee öylede, şu yapmasın! Kim yapsın kardeşim? Hayır, illa birileri yapacaklar bunu. Yapılmadan olmaz ki. İslam yaşanacak, yaşatılacak, hayatlaşacak, olaylaşacak ve çağlardan çağlara, nesillerden nesillere taşınacak. Kim yapacak bunu? O kadar alığız ki, bir türlü idrak edemiyor şeyleri ve gerçekleri. Ha biz illa şu yapacak demiyoruz ki ve dikte yapmıyoruz ki. Elbette layık olan yapar, Allah kimi layık görürse, kime tevdi ederse, emaneti o yüklenir. Ama bu ulvi göreve seza olabilirse, bunu yapacak bir millet vardır; o da Türk Milletidir. Keşke yapabilse, keşke bu ulvi vazifeyi deruhte edebilse, buna layık olabilse. Tarihi tecrübesi malumdur. Mazide yaptıkları malumdur. Tabi bu meyanda, Türk Milleti de, İslam’ı, mevcudiyetinin vücut bulması adına ve vücudunun mevcut olması için, hayatının, varlığının mutlak temeli olarak görmelidir. İstiklalinin ve istikbalinin garantisi olarak telakki etmelidir. Su çekildiği zaman toprak nasıl olursa, İslam da bu milletin gövdesinden çekildiği zaman bu millet aynen öyle olacaktır. Evet, kim olduğumuz ve nasıl olduğumuz ve dahi ne yapmamız gerektiği, kimin için yapmamız gerektiği mutlak olarak bellidir. Yol bellidir, hedef bellidir, araç bellidir, dava bellidir. Bir belirsizlik yoktur. Öyleyse çalışmalıyız, mütemadiyen çalışmalıyız. Her alanda en ileri de olmak için çalışmalıyız. Ne teknik olarak ne de ahlak olarak ve ne de adalet olarak geri de olamayız, olmamalıyız. Zihnimizi ve kalbimizi hakikate açmalıyız. Sevgimizi ve bilgimizi bütün âleme saçmalıyız. Nihayet, Türk-İslam Medeniyeti Güneş’inin doğuşunu selamlamalıyız!

Tarih: 17.03.2016 Okunma: 722

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?