DEVRİMİ, ÖNCE KAFANDA YAP BEBEĞİM!...9...

Özgür DENİZ - 13.02.2016

Biz, bir yerde kaybettik. Amellerimizde. Belki kocaman bir iman sahibiydik ama amellerimiz, imanımızla mütenasip değildi. Tabi bu durum bir soruyu tevlit ediyordu; imanımızda samimi miydik? İman edenlere, yeniden iman etme uyarısını yapan Yüce Rabbimizi anlamaktan çok uzak kalmıştık. Camiler dolusuyduk ama hiçbir etkinliğimiz yoktu, etkinliğimiz olmayınca egemenlik muhaldi ve öyle de oldu. Mütemadiyen doldur boşalt yaptık ama nereye gittiğimizin, niçin gittiğimizin, hedefimizin ne olduğunun asla farkına varamadık. Farkına varamadığımız bir şeyi hayata aktaramazdık ve aktaramadık. Tıpkı Hac olayı gibi, gittik geldik ama değişen bir şey yoktu. Böyle olunca da bitevi düşüyorduk. Düştüğümüzün fevkinde değildik, hacı olduk sanıyorduk ama olmamıştık, çünkü samimi olarak olmak iradesi göstermemiştik. Oysa camileri gerçekten doldursaydık, haccımızı gerçekten yapsaydık,  hem fert olarak, hem millet olarak, hem de ümmet olarak çok farklı konumlarda olurduk. Bunu Yüce Rabbimizde söylemektedir. Biteviye çırpınıp durduk, öylece durmak tehlikeliydi ve dura dura bozulduk, yozlaştık. Tüm bu durumlar kavram kargaşasının neticesiydi. Kendi kavramlarımızı bilmiyorduk, anlamıyorduk. Bilsekte hayata aktaramıyorduk. Burada da bir soru tezahür ediyordu; acaba bildiğimizi sandığımız kavramları gerçekten biliyor muyduk, biliyorsak bile anlıyor muyduk veyahut anlama çabası gösteriyor muyduk? Kuvvetle muhtemel bu sorulara verilecek cevap hayırdır maalesef. Çünkü kendi kavramlarımız, konforumuzu bozuyordu. Kompleksliydik. Kendi kavramlarımızı yaşama dönüştürmenin asilliğinden bihaberdik. Kendi olgularımızdan neşet eden kavramlarımızı hayata aktaracağımıza ve bu istikamette kadim medeniyetimizi diriltme seferberliğine çıkacağımıza, bu hedef için enerjimizi sarf edeceğimize, farklı bir yol tercih ettik. Düşmanın olgularından türeyen kavramları yol işaretleri belledik ve yolumuzu onlarla tayin ettik. Düşmanın kavramları uğruna birbirimizle kavga ettik, enerjimizi heba ettik, insanlarımızı kirlettik ve katlettik, neslimize kıydık. Hayali sorunlar icat ettik. Birbirimizi üzdük. İstikbalimizi, istiklalimizi kuru bir hayale mahkûm ettik. Kaynaklarımızın sömürülmesine neden olduk. Umutlarımızın berhava olmasına yol verdik. Kardeşlik köprülerimizi imha ettik. Güven olayını berbat ettik ve güvensiz bir millet olduk. Birlik bağlarımız tarumar oldu. Asıl meselelere eğilmeye zaman bulamadık. Kuvvetli hamleler yapamadık. Birbirimizi yerken düşmanı güldürdük. Ülkemizin sömürge, milletimizin esir olmasına neden olduk. Devletimizin içten içe işgal edilmesine ve ele geçirilmesine zemin hazırladık. Kurumlarımızı bizim kalbimize ve beynimize yabancı olanların ele geçirmesine seyirci kaldık. Rabbimiz vardı. Önderimiz vardı. Kur’an’ımız vardı. İslam’ımız vardı. Töremiz vardı. Bize neydi çağdaşlıktan, bize neydi laiklikten, bize neydi demokrasiden? Bizim adaletimiz vardı, ahlakımız vardı, kardeşliğimiz vardı, meşveretimiz vardı. Biz ne izm’lerin peşinden gidebilirdik ne de ist’ler olabilirdik. Biz kimdik, bunlar neydi? Bunlardan bize neydi? Ne bunlarla doğmuştuk ne de bunlarla yaşamak zorundaydık ve ne de bunlar, varoluşumuzun mutlak koşulu olamazlardı. Öyleyse bunca kavga niyeydi? Cahildik, zalimdik, nankördük. Ama bilmiyorduk, bilmediğimizi de bilmiyorduk. Bunlar bize ait değildi ki, bunlar bizim medeniyetimizin kavramları değildi ki! Ne kadim kültürümüzde yeri vardı ne de dinimiz de bir yeri vardı. Ne de ecdadımız, bu şeylerle dünyaya hükümdar olmuşlar ve nizam vermişlerdi. Bunların bize vereceğinin, milyarlarca fazlasını kendi kavramlarımız bize verebilirdi. Ama kendi kavramlarımızdan bihaberdik. Kendi kavramlarımız bizlere öcü gibi gösterilmişti ve bize düşman olan kavramlar ise bizlere cici gösterilmişti. Hala da aynı yoldayız. Kendimizi bilmiyoruz. Düşmanımızı da bilmiyoruz. Lüzumsuzluklarla iştigal edip duruyoruz. Kardeş kavgalarıyla enerjimizi ve kaynaklarımızı talan ediyoruz. Yapay sorunlarla iştigal edip duruyoruz. Kendi insanlarımızı kandırıyoruz. Gerçekleri söylemekten korkuyoruz, ya da düşmanlarımızı gücendirmeyelim diye saklıyoruz. Her şeyin aslını bozuyor, özünü yok ediyoruz.  Kimliğimizin özünü yok ettik, şimdi sıra dine geldi ve onun da aslını ve özünü yok ediyoruz. Kimisi sol İslam denilen bir ucube çıkarıyor, kimisi de ılımlı İslam denilen ucubeyle insanları aldatıyor, dini tahrif ve tahrip ediyor. Oysa İslam, İslam’dır. Gerçekte çok basittir, ama söyleyecek yürek nerededir? Gerçek ne ise direkt olarak anlatacağımıza, dolambaçlı yollardan gidiyor ve her şeyi çıkmaza sokuyoruz. Gerçi akıllandık ama geç kaldık! Ya hakikati öğreneceğiz ve yeniden bir diriliş hamlesi başlatacağız ya da yalanlarla savrulup yok olup gideceğiz ve gömüleceğiz.

 

Ümmet bin parçaya bölünürken, şeytaniler birleşiyorlardı. Ümmet düştü, şeytaniler yükseldi. İncil’de öyle emrediyordu; bileşmelisiniz diyordu ve düşmanlarınızın kollarını yanlarına düşürmelisiniz. ‘’Bir mescidde yedi çeşit namaz kılıyorduk’’ büyük öğretmen, şerefli dava adamı, asil muvahhid, şehit doktor Ali Şeriati üstad öyle diyordu ve doğruydu dedikleri. Mezhepçilikte, cemaatçilikte boğuluyorduk, belimizi doğrultamıyorduk. Herkesin cemaati kendi diniydi adeta ve herkesin şeyhi kendi önderiydi. Oysa İslam vardı, Kur’an vardı, Önder vardı ama biz bunları unutmuştuk. Mezhepler yegâne kaynaklarımız, şeyhler ve öndercikler yegâne öncülerimiz, insan elinin ürünü olan kitaplar biricik rehberlerimiz olmuşlardı. Yolumuzu şaşırmıştık. Nerede ve nasıl kaybettiğimizi de unutmuştuk. Bulamıyorduk, çünkü bulacağımız yerlerden uzaktık. Biz, mezheplerle, şeyhlerle, önderciklerle var olmamıştık ve onların varlıklarıyla insan değildik. Elbette mezhepleri kötülemiyorum, vazgeçelim de demiyorum ama birazcık aklımızı kullansak diyorum. Mutlak kaynaklarımızı bilsek ve onlara da yönelebilsek diyorum. Adaletli ve ahlaklı insanlar olmak için Kur’an yetmiyor mu? Doğru yolu bulmak için Önderin bıraktığı kutsal izler ve yol işaretleri kifayet etmiyor mu? İslam bize kâfi gelmiyor mu? Biz niçin vardık? Niçin kavga vermeliydik? Nasıl olmalıydık? Bilmiyorduk, gerçekten bilmiyorduk. Cehaletten kurtulmak için çaba da sarf etmiyorduk. Çünkü bilmemiz istenmiyordu. Köleler lazımdı efendilere ve köle, bilmeyendi, bilseydi köle olmazdı. Öyleyse köle bilemezdi. Köle bilirse, efendi ne yapacaktı? Mezhepler köleler var ediyorlardı, cemaatler köleler var ediyorlardı, şeyhler ve öndercikler köleler var ediyorlardı. Ama İslam da, Kur’an da, Önder de köleliğe hayır diyordu. Çünkü biz kulduk, köle olamazdık. Kul sonsuz hürdü ama kölelere hürriyet haramdı. Fakat biz sorumluyduk. Sorumluluk hürriyet gerektirirdi. Öyleyse köle olamazdık, kalamazdık ve kölelikle var olamazdık. Ama bilmiyorduk köle miydik, kul muyduk? Kul kimdi? Köle kimdi? Anlamıyorduk. Zira zihnimiz adeta zincirlenmişti. Zihnimiz körleştirilmişti. Zihnimiz devşirilmişti. Ya zihnimizi içinde bulunduğu durumdan kurtarıp kul olup özgürleşecektik ya da zihnimizle oynamayıp bulunduğu durumu umursamayıp kölelikle mutlu olup gidecektik. Tercih bizimdi, seçim bize aitti ve bunu Allah hak olarak tanımıştı bize. Farkında mıyız? Alığız, aklımızı kullanmıyoruz.

 

DÜNYADA Kİ VARLIĞIMIZIN ANLAMI NEDİR?

 

Toprağa ayak basmıyorsanız; çimenlere uzanmıyorsanız; ekinlerin arasına dalıp gitmiyorsanız; elleriniz toprakla buluşup kirlenmemişse eğer; yağmurdan sonra doğan güneşi ve güneşin, suyun, toprağın mezcinden mütevellit o muhteşem kokuyu duyumsamıyorsanız ruhunuzun dip derinliklerinde; gökyüzüne bakmıyorsanız; kırlara çıkıp dolaşmıyorsanız ve koklamamışsanız bir çiçeği; sabahın seherinde kuş cıvıltılarıyla uyanmamışsanız; küçücük bebelerin masum ve temiz yüzlerinde ki cenneti göremiyorsanız; sadece ruhlarınızın işiteceği türküler terennüm etmiyorsanız; dağların görkemli ve heybetli duruşlarını temaşa etmiyorsanız; sevincinizi, acınızı, ekmeğinizi bölüşmüyorsanız kardeşinizle ve varlık âlemini sessizce doğal gözleme tabi tutarken derin tefekkürlere dalmıyorsanız eğer;

 

Benzeri olmayan devasa ve mutantan binalarda otursanız; süper teknolojik son model otomobillerden inmeseniz; kudretinizle dünyayı dize getirseniz; dünyanın tüm güzel kadınlarına sahip olsanız; şöhretinizden tüm dünyanın haberi olsa; makamların en zirvesinde bulunsanız kaç yazar? Siz yaşamıyorsunuz, yaşadığınızı sanan bir zavallısınız. Bu dünyaya; yatlar, katlar, saltanatlar, makamlar, şöhretler, servetler, kadınlar için gelmedik bebeğim! Ve hiçbirimiz, Allah’tan daha kudretli, daha zengin, tabir caizse daha şöhretli olamayacağız. Öyleyse?!

 

KİMİZ, NE YAPMALIYIZ, NİÇİN YAPMALIYIZ?

 

Ümmet-i Muhammed'in içinde bulunduğu durumlar muvacehesinde; eğer beyinleriniz düşünmüyorsa, bedenleriniz hareket etmiyorsa, yürekleriniz hissetmiyorsa, vicdanlarınız sızlamıyorsa, sizin, Ümmet-i Muhammed ile bir merbutiyetinizin olduğu şüphelidir, şayet merbutiyetinizin olduğu iddiasında iseniz ve aynı minvalde yaşıyorsanız, yaşadığınız hayat size haramdır. Siyonist zindanlarındaki bir kardeşinizin, Siyonist’in katil bombalarıyla yuvası yıkılmış bir kardeşinizin ya da kızıl Çin'in, kolunu bacağını kırdığı bir kardeşinizin yaşadıklarını ruhunuzun ve beyninizin dip derinliklerinde hissedip, kendinizi onların yerine koydunuz mu hiç?

 

SÖZ

 

‘’Bir yasak koyma yetkim olsaydı; insan olmadan Müslüman olmama yasağını koyardım.’’

 

Mustafa İslamoğlu

 

‘’Ahirette Kur’an arkadaşınız olsun istiyorsanız, dünya Kur’an ile arkadaş olmanız gerekir.’’

 

Mehmet Okuyan

Tarih: 13.02.2016 Okunma: 776

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?