GENÇLİĞE ÇAĞRI

Özgür DENİZ - 28.05.2008

Ey genç kardeşim!

Duy beni, dinle, kulak ver sesime…

Sana sonsuz selam, sana sonsuz sevgi, sana sonsuz saygı…

Seni sınırsız özgürlüğe, sonsuz adalete davet ediyorum.

Karanlığın mümessillerine inat, aydınlığın piyoneri olmaya çağırıyorum seni.

 

Bende senin gibi, bu dağdağalı dünyanın, acılarıyla, dertleriyle, meşgaleleriyle boğuşan, çile zincirlerine vurulmuş, fırtınalı soğuk kış gecelerinde senin ıstıraplarına ortak olmuş bir kardeşinim. Fakat aynı zamanda öz vatanında naçar bırakılmış, parya muamelesi gören ve özgürlüğün yollarına düşmüş bir köleyim.

 

Şunu unutma ki; bir gün köleliğin küllerinden özgürlüğün fidanları fışkıracak, boy verecek ve bütün ruy-i zemini saracak. Sen istersen bu esir ve dertli kutsal topraklarımızda, özgürlük ve bağımsızlık kavgasının ilk fidanı olabilirsin. Mamafih şu da su götürmez bir gerçektir ki; hayatta her şeyin bir bedeli vardır. Bedelsiz bir şey yoktur ki; emek ve çaba vermeden ulaşabilesin. EŞSİZ ve YÜCE KİTABIN ezelden ebede kati yasasıdır ki; ‘herkese çalıştığı vardır’ der. Özgürlüğün bedeli de mücadeledir, direniştir ve son tahlilde ölümdür. Çünkü pazarlığı yapılamayan yegâne olgu ‘özgürlüktür.’ Özgürlük, hayatın, ölümü göze alarak yola çıkanlara özel bir hediyesidir. Zira esaret altına alınabilirsin ama özgür yapılamazsın. Spontane olarak senin fıtratında varolarak halk edildin zaten.

 

CANIM KARDEŞİM; doğarken özgür olarak doğduğun bir acunda asalaklar tarafından her yerde zincire vuruldun. Bilincin ve şuurun çalındı. Doğduğun gibi ölmek istiyorsan zincirlerini kırman gerekir ki; zincirlerini kırman içinde YÜCE ALLAH’ın ‘OKU’ emrine tabi olman ve çalınan ‘BİLİNÇ’ ve ‘ŞUUR’ una tekrar malik olman gerekir. Zira okumayan bilemez, bilmeyen anlayamaz, anlamayan yaşayamaz ve yaşamayan özgürlüğe mülaki olamaz. Özgürlüğü tadamayan da, esareti bahtiyarlık zannıyla sefil bir hayatın mahkûmu olur. Sesini keskinleştirebilmenin yegâne koşulu; kim olduğunu bilmenle mütenasiptir. Gerçi insanlığın çağdaş oyuncaklarla köleleştirilmeye çalışıldığı bir dünyada, özgürlük diye bir şeyin varlığından bile bahsedilmeyecektir ama bu senin elinde, senin isteğine merbut olan bir durumdur. Çünkü Malcolm X’in de ifade ettiği gibi; ‘özgürlüğün pazarlığı yapılamaz.’ Özgürlük pazarlığı yapılacak bir meta değildir çünkü. Bilakis varoluşsal bir olgudur. Zira fıtratımızda ezelden ebede mündemiç olan bir değerdir. Zaten insanı insan yapan en yüce değerde özgürlüktür. Gerçek özgürlükte; ALLAH’tan gayrı İLAH tanımamak ve ancak O’na kulluk yapmaktır. ALLAH’ın kulu olmayan bir insan mutlaka kendine bir PUT bulacak ve onun kölesi olacaktır. Aziz üstad NECİP FAZIL’ın ifade ettiği gibi; ‘özgürlüğün olmadığı yerde, insan, insan olamaz, olsa olsa parya olur.’

 

Canım, aziz ve sıdık kardeşim; bu satırları yazarken, âcizane ıstıraplarının tercümanı olurken, inan ki, kalemimi zor oynatıyorum. Hiç mecalim yok. Ama YÜCE ALLAH, düşünce vadimizi kurutmasın, kalemimizi kifayetsiz, ellerimizi dermansız, gözlerimizi fersiz kılmasın. Âmin. Bugün özbenliğinden koparılmışsın, tarihinle rabıtaların kesilmiş, değerlerine ve ecdadına düşman hale getirilmişsin. Kardeşim anlayışla karşıla ama dayanamıyorum bu ağır acıya. Bu satırlarımı gözyaşlarımı özgür bırakarak karalıyorum. Hiçte araştırmadın biliyor musun, tarihini? Hatta merak edip bir bilene sormaya bile tenezzül etmedin, benim mazim nasıldı, atalarım nasıl bir karakterle mücehhezdi diye? Haddizatında Bende senin gibiydim önceleri. Hiç araştırıp sormadan ve dahi şöyle kafamı iki elimin arsına alıp tefekküre bile dalmadan, körü körüne, hainane manipülasyonlara ve tezviratlara aldanarak düşman olmuştum. Dinime, dilime, tarihime, vatanıma ve dahi beni ben yapan maddi ve manevi bütün değerlerime. Rotasını şaşırmış kaptanlar gibi, nereye gideceğimi, nerede demirleyeceğimi bilmiyordum. Aklım tutulmuş, düşünce kaymalarıyla sarsılıyordum. ‘At izinin, it izine karıştığı bir devirde’ zor zamanların direncini kuşanarak, ayakta kalmaya çalışıyordum.

 

Zira bir sözü içselleştirecek kadar benimsemiştim. ‘Sağlam ağaç, fırtınalı havada belli olur.’ Evet, böyle zamanlarda en ufak bir çatlama, çatırdama ve sarsılma, yok oluşu da beraberinde getirebilirdi ki; sağlam kalmayı behemehal becermeliydim. Tam, itlerin, ruhumu çalacakları bir anda uyandım. Aman ALLAH’ım! O da ne? Bunca zaman, kuzu görünümünde ki kurtların, altın tepsi içinde sunduğu zehirle uyutulmuş, kopkoyu bir karanlığın tutsağı olmuşum. Ama benim derdime derman olacak ne bir doktorum, ne de emin ellerce hazırlanmış bir reçetem vardı. Her türlü güzelliğe karşı adavet içindeydim. Dünya beni adeta boğuyordu, azap içinde kıvranıyordum. Bütün sevdiklerime ve beni ben yapan bütün değerlerime karşı adeta kin torbasına dönmüştüm. Kimliğime ne kadar da yabancılaşmış, özgüvenimi ve özbenliğimi yitirmiştim.

 

İşte, bu bunalımların iyice zirveye çıkması ve hayatı yaşanamaz hale getirmesi, necatımın ve hayatımın ilk kıvılcımı oldu. Artık bu kıvılcımın ateşlenmesi kendi ellerimdeydi. Boşluktan nefret etmeye başlamıştım. İngiliz bir şairin ifadesinde de olduğu gibi ‘ruhsuz bir dünya, idealsiz bir hayat iğrençti’ artık benim için. Amansız, bitmeyecek ve ebediyen sürecek bir arayışa adamıştım bu kısacık ömrü. Zaten fanilik hükmünü giyinmiş bir ömrü ebediyen faniliğe mahkûm edemezdim. Böylece, biz insanlara gönderilmiş olan, lakin varlığından bile bihaber olduğumuz, EŞSİZ VE YÜCE KİTAB-I KERİM ile tanıştım ve her daim hemhal olmaya başladım. Artık hayatın geçit vermez ağlarında, ıssız ve kopkoyu karabasanlı gecelerde, yalnızlığın amansızca vurduğu demlerde, ürperten fırtınalı kış gecelerinde, en sadık dostum, en mutemed sırdaşım olmuştu yüce kitabım.

 

O’nu okuyunca bütün vücudum ısınıyor, ferahlıyor ve bitimsiz bir huzura vasıl oluyordu. Kalbim hafifliyor, beynim karanlıklardan ve boşluklardan kurtuluyordu. Endişesiz bir şekilde iltica edebileceğim muhkem ve mutemed bir nur limanıydı artık benim için bu yüce kitap. Mütemadiyen okuyor ve tefekkür ediyordum. Okudukça sarsılıyor, sarsıldıkça inkişaf ediyordum. Artık bütün sığ ve köhnemiş fikirler, kartondan kuleler gibi birer birer yok oluyordu. Aynı zamanda tafsilatlı bir araştırmaya da başlamıştım. İşe, bana bir ‘heyula’ gibi gösterilen eşsiz kitabı okumakla başladım. Yüce ve eşsiz kitabı okuyup, mesajlarını idrak edip aklettikçe ve bunu tefekkürle süsledikçe müthiş derecede sevmiştim. Okudukça zihnim inkişaf etti, ruhum hafifledi, karanlıklar çatırdamaya başladı. Artık dünyam ağır ağır, aydınlıklara merhaba demeye başlamıştı. Bilgim arttıkça, cehalet zincirlerinin tek tek çözülmeye başladığını hissediyordum.

 

Bu arada YÜCE ŞAHSİYET, kâinatın izzetli efendisi, ezelden ebede dünyaları tenvir eden ve batmayan bir güneş olan, zat-ı muhteremin, öğrendiğim bir HADİS-İ ŞERİF’ lerini de dilime pelesenk etmiştim. ALLAH’ım faydasız ilimden sana sığınırım, ilmimi artır.’ Hayatımı kâbusa döndürüp karanlığa mahkûm eden mevhumların ve mefhumların üstüne üstüne gittim. Çünkü muhterem ve muazzez üstadımız Cemil MERİÇ’in de ifade ettiği gibi ‘kitap meçhule açılan bir kapıydı ve kitaptan değil kitapsızlıktan korkmalıydık.’ Meçhule açılan kapıyı açmaya cüret edip, bilinmeyen sahillere yelken açmak, gizemli âlemlere seyr-ü sefer etmek iktiza ediyordu. Yine Mustafa KAPLAN ağabeyin ifadesiyle de ‘her kitap keşfedilmemiş bir kıtaydı.’ Ben de her kitapta yenidünyaları, eşsiz saadet saraylarını keşfettim. Artık ‘OKUMAK’ benim için ulaşılmaz bir erdemdi, fikre ve hürriyete giden tek geçitti. Özgürlüğün olmazsa olmaz yegâne koşuluydu. Çünkü Bediüzzaman SAİD NURSİ’nin keskin ifadesiyle ‘bir kitap okumak, bir insan öldürmekten zordu.’ Zor oyunu bozardı. Ben bu zoru becermeli ve beni acımasızca içine çeken bu kirli oyunu bozmalıydım. Ve oyunu bozdum. Çünkü OKUDUM!

 

Önceden de ifade ettiğim gibi, okumaya, bütün sözlerin menbaı olan, asla değişmeyen ve değişmeyecek hatta değiştirilemeyecek olan; düne, bugüne ve yarına atıfta bulunan, sarsılmaz kanunları tazammun eden, güncelliğini hiçbir devirde yitirmeyen yani her devire hitap eden, okunup, akletmek için gönderilen, bir zamanlar, hâşâ, sarf-ı nazar ettiğim, hâlbuki bana gönderilmiş olan, KUR’AN-I KERİM’ i okumakla başladım. Artık dosdoğru yola girmiş, ALLAH’ın ipine sımsıkı sarılmıştım. Bütün karanlıklar aydınlanmıştı. Bir hürriyet meşalesi ateşleniyor, bir özgürlük fidanı boy veriyordu, Bu acılardan acılara sürgün olduğumuz esaret topraklarında. Zira bir faninin de ifadesiyle ‘esaret bağlarında gül olmaktansa, özgürlük dağlarında diken olmak’ daha şerefliydi. Zihnim berraklaşıyor, düşünce vadim peyderpey yükseliyor, ufkum inkişaf ediyordu. Dallarımda esaretin hüküm sürdüğü şu ruy-i zeminde boy vermeye başlayınca artık kendimi bir özgürlük abidesi ve sevgi kalesi gibi hissediyordum. Yüreğimi, şeytanın ve şeytanlanmış insan suratlıların işgalinden, tasallutundan; beynimi, sığ, kısır ve cılız fikirlerin kuşatmasından kurtarmıştım.

 

 Şimdi diyeceksin ki; böyle bir tahavvülat kabil-i mümkün mü? Elbette mümkündür derim güzel kardeşim. Yeter ki, sen maruf ve muazzez şairimiz Mehmet AKİF ERSOY üstadımıza kulak ver ve muktezasını yap. Yani, ‘cehd et, say’e sarıl, hikmete ram ol. Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.’ Ne var ki şu âlem de imkânsız olan? Yeter ki sen sorumluluğun gereğini yap. Azmin elinden ne kurtulmuş ki? Sen iste ve tevekkül et, acılara sabırla katlan yeter ki. YÜCE ALLAH, kendisine samimiyetle el açıp, gözyaşlarıyla yönelen kullarını asla eli boş döndürmez. Yeter ki, sen samimi ol, hikmeti arzula, birazcık mütecessis ol ve hakikate yönel. Rahatı bırak, ilmin peşine düş. Üstad BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ demiyor mu ki? ‘Merak ilmin hocasıdır.’ Sen merak eder, sorar, araştırır, tefekkür edersen korkma ışık senin içindedir. Ayrıca hidayet öyle kolay kolay hak edilecek bir şeyde değildir.

Ben hidayet istiyorum, içinde bulunduğum boşluktan kurtulmak istiyorum, gereği yapılsın yapılacaksa deyip, yan gelip yatmakla olmaz bu işler. Sen, öğrendiklerini, çirkinliklerine mesnet kılmak için öğrenecek, hayâsızlıklarını meşrulaştırmak için imtisal edeceksin; doğruya ulaşmak, hakikati bulmak için hiçbir gayret sarf etmeyeceksin, ondan sonrada hidayet bekleyeceksin. Yürü anca varırsın, azap durağı olan ‘GAYYA KUYUSU’na.

 

 Bak benim muazzez kardeşim! Bir kere sen samimiyetle yola çıkacaksın. Ey yüceler yücesi ve yegâne sahibim olan RABBİM! Sana inanmak, sana güvenmek, sana sığınmak ve sana dayanmak istiyorum. Çünkü tutunacak bir dalım, tutacak bir elim, sığınacak bir dostum ve çalacak bir kapım kalmadı. Yalnızların, acizlerin, biçarelerin, mazlumların ve mustazafların, zerreden zerrata bütün masivanın ve bütün yönlerin sahibi olan SEN’den başka huzuruna varıp, yalvararak, yakararak af dileyebileceğim kim olabilir ki? Diyerek, acizliğini, yalnızlığını, çaresizliğini ve günah yüklü bir kul olduğunu ittihaz edip, ifade edeceksin ki; affedilip hidayete eresin, ALLAH’ın ipine sarılıp dosdoğru yola giresin ve necata seza bir kul olasın. Yoksa her iki âlemde de harap ve bitapsın, muazzez kardeşim.

 

Şöyle bir bak! Şu kâinatta fanilik hükmünü giymemiş bir nesne gösterebilir misin? Ben, şu hayatta İMAN’dan daha keskin, daha müebbed ve daha büyük bir hakikat vallahi görmedim. Zaten fanilik halkası geçirilmiş boynuna, AHİRET âlemini bari ebedileştirecek meyveler topla ve sıra dışı bir ayrılığın olsun bu muvakkat âlemden, muhakkak olana giderken.

 

Şunu unutma ki! Bir gün, göç davulları çalıp, ayrılık saati geldiğinde tüm dost bildiklerin seni bırakmış, candan sevdiklerin birer birer terketmiş ve bütün ışıklar sönmüş olarak, tüm lezzetleri acılaştıran ve kaçınılmaz son olan ÖLÜM’e yapayalnız gidiyor olacaksın. Hani bir söz vardır: ‘Şeytanın dostluğu darağacına kadardır’ diye. İşte sefih ve sefil bir hayatın yaşayıcısı olup, şeytanın emirlerine uyduysan bittin. Çünkü bir ömür şeytanın içsel teklifleriyle yalan bir hayatı yaşadın ama şeytan yalnız bıraktı seni ve kahkahalarla gülüyor şimdi ardından. Zor diye bir ömür uzak yaşadığın hakikatin koynundasın şimdi.

 

Aziz ve sıdık kardeşim, bir ömür dua edeceksin, artık gaybı bilemeyeceğini, kayıtsız ve şartsız huzuruna vardığını, O’ndan başka İLAH ittihaz etmediğini, kulluğun ancak kendisine yapıldığını, bütün PUT’ları reddettiğini tüm samimiyetinle ifade ederek, kurtar beni ALLAH’ım diyeceksin. SEN’in İP’ine tutunarak insanca yaşamak istiyorum diyeceksin ki; felaha eresin. Yoksa azap içinde kıvranırsın. Ne dünyada, ne de ahrette selamete ve saadete erebilirsin. Bir yardımcı bir dost vallahi bulamazsın. İnsan suratlı şeytanlara aldanma kardeşim. Bütün bunlar bir hakikattir, hakikat tektir ve sen hakikati değiştiremezsin asla ve kata. Ebedi ve muhakkak âlemi düşünmeden, umarsız ve kayıtsızca yaşadığın hayat, elde ettiğin dünyalık ve bütün gayretlerin beyhudedir ve senin için müebbed bir azaptır, BUNU ASLA UNUTMA.

              

EN KALBİ SEVGİLERİMLE VE SARSILMAYAN MUHABBETLE İNSAN GÜZELİ MUAZZEZ KARDEŞİM. YÜCE, AZİZ VE CELİL OLAN ALLAH’A TEVDİSİN. KENDİNE İYİ BAK. OKU DÜŞÜN ANLA İNAN YAŞA VE FANİLİĞİ BAKİLİĞE TEDVİR ET.

 

Şu mücmel ama keskin olan ve yegâne ve ebedi hakikatin ifadesi olan yüce sözlere kulak ver lütfen.

                  ‘Şeytan sizi ALLAH’la aldatmasın.’(KUR’AN)

                  ‘Küllü nefsin zaigatül mevt.’ (KUR’AN)  

                  ‘İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.’ (KUR’AN)

                  ‘Lezzetleri acılaştıran ve zevkleri yok eden ölümü çokça anınız.’ (HADİS)

 

Ve şu sözleri derin şekilde tetkik ve idrak et.             

 

                   ‘Unutma, ölüm en güçlü öğretmendir.’ (Don Juan Carlos)

                   ‘Saate bakıyorsun sonuncusudur.’ (Roma hitabeleri)

                   ‘Her geçen dakika vurur sonuncusu öldürür.’ (Roma hitabeleri)   

Tarih: 28.05.2008 Okunma: 690

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?