NELER OLUYOR?...7...

Özgür DENİZ - 12.02.2012

Evet dostlarım, medeniyet hamlemize, sözümüzü dirilterek başlamalıyız. Sözümüz özümüzdür. Biz dillenmiş sözüz, konuşan sözüz, biz bir bütün olarak sözüz. Sözümüze döndüğümüz zaman, özümüze de dönmüş olacağız. Sözümüzü nesillerimize doğru aktardığımız zaman, onları en güzel sözle beslediğimiz zaman korkmayın, onlar zaten dindardır. Onlar, hem dinlerinin, hem de kimliklerinin bilincine varacaklardır o zaman. Ve onlara ayrı bir dindarlık dersi vermenize de gerek yoktur. Onlar, ne olacaklarını ve nasıl olacaklarını zaten kendileri bilirler. Sizler yolu açın ve görevinizi insanca yapın ve gölge etmeyin kifayet edecektir. Sadece sözün ne olduğunu onlara söyleyin. Ve onların beyinlerini boş sözlerle doldurmayın. Sözümüz Allah’ın sözüdür, Kitabın sözüdür, Önderin (sav) sözüdür, ecdadın sözüdür. Alsa bir gurubun, bir kişinin sözü değildir. Zaten grupların ve kişilerin sözlerine kulak vere vere bu hale geldik. Geldiğimiz yerin neresi olduğu ve halimizin nice olduğu malumumuzdur. Kendi sözümüz, esas sözümüz; hayatımızı son nefesimize kadar, en güzel şekliyle yaşamaya yetecektir.

 

Sözümüz canlandığı ve yaşantıya aktarıldığı zaman, bütün küllenmiş mazimiz de yeniden canlanacaktır. Ecdadımızın kılıç şakırtılarını bile duyacağızdır. Atların nal sesleri kulaklarımıza bir şarkı gibi okunacaktır, sessizliğin kalbinden. Yeter ki, medeniyetimizin kapısını söz anahtarıyla açalım. Kapatılan, kilitlenen ve zincirlenen kapı açıldığı zaman emsalsiz hazinelere ulaşacağız. Hafızalarımız tazelenip, canlanacak ve destanlarımıza, unutulmuş türkülerimize, soluksuz ve engin, derin muhabbetlerimize, en güzel hatıralarımıza, kaybolmuş törelerimize ve geleneklerimize, büyük aşklarımıza ve âşıklarımıza, zaferlerle intaç olunmuş görkemli cenklerimize ulaşacağız. Ahhh! Bunu bir başarabilsek, bir başarabilsek nasıl da heybetli bir dirilişe şahitlik edeceğiz.  Ama başarmak zorundayız. Başaramadığımız takdirde, düşmanın pençesi altında ve diz üstünde yaşamak kaderimiz olacaktır. Ama böyle bir yaşam, bize hem yakışmaz, hem de ecdada ihanettir. En önemlisi, sözümüze ihanettir. Zira sizin çiğnenmeniz, sözünüzün de çiğnenmesi anlamına gelir. Sözü olanı kimse çiğneyemez, hele, sözler sözüne sahip olanın karşısında dünya hizaya gelir. Çünkü O söze sahip olan, tek bir kişiyse, bir ordu mesabesinde; bir orduysa, sayısızı ordular mesabesinde olur.

 

Neslimiz hedefsiz ve başıboştur. Burada ayrım yapmıyorum, hem okumuşuyla hem de okumamışıyla böyledir. Ayrım yapmıyorum ama genelleme de yapmıyorum. Fakat gördüğüm manzara gerçekten içler acısı. Özellikle, neslimize, tecrübelerini ve bilgisini aktaracak olanlarda çok ciddi nakısalar var. Bir defa, kitapla ciddi bir bağları yok. Nasıl öğrencileri, okuduklarını anlamıyorlar diye tenkit ediyorsak, emin olun onları okutanlarda kendi düzeylerinde okuduklarını anlamıyorlar. Burada suçlama değil bir tespit yapıyorum. Bunu da derin acı çektiğim için söylüyorum. Zira bizler yavrularımızın düzeyinde olursak, onlara verebileceğimiz ne olabilir Allah aşkına? Okuyan insana da garip bakışlarla bakıyoruz millet olarak. Gâvur, elinde kitap, diyar diyar dolaşır. Biz elimize kitap alıp sokağa çıktık mı garipseniriz. Ne de zavallıca bir durum, utanılacak bir durum. Bir de, sanki çok şey biliyormuşuz gibi, okuyanları zımnen tiye almaya çalışırız. Oysa bu, bir şey bilmenin değil, hiçbir şey bilmemenin hatta mutlak öküzlüğün alametidir. Tabi burada ilk suçlanacak yer, milli olmayan lanet eğitim sistemimizdir. Gerçekten lanettir, çünkü verdiği yoktur ama var olanları bile alıp götürmektedir. Bizim eğitim sistemimiz, hiçbir zaman temel meselelere eğilmemiştir, hep tali konularla iştigal edip durmuştur. Muallimlerimizin durumu malumumuzdur. Çocuklarımızın durumu malumumuzdur. Yani en basitinden düşünün; kendi çıkarları söz konusu olunca yatmayıp, uyumayıp şakkadak halledenler, muallimler söz konusu olunca ne kadarda vurdumduymazlar değil mi? Bunlar da insan ha! Bunlarda söz sahibi ha! Bunlar dindar gençlik yetiştirecek ha! Kendileri dindarlıktan çakmayanlar acaba hangi dindar gençliği yetiştirecekler? Bunlar derken Müslüman olduğunu iddia edenlerin tümünü kastediyorum, belli bir gurubu değil.

 

Sadece muallim kesiminde değildir kitapsızlık, boş vermişlik ve cehalet. Bütün toplum tabakalarında vardır bu. Doktor olmak, hâkim olmak, başbakan olmak, söze sahip olmak anlamına gelmez.  Ki zaten hayatımız içerisinde karşılaşıyoruz örnekleriyle. Adam doktor, ama daha hiçbir şeyden haberi yok, adam hâkim ama daha kendinden bihaber. Sadece mesleki bilgiyle de tarih, ecdat, kültür idrak edilemez. Şayet öyle olsaydı, bugün böyle acı içinde yaşamazdık. Düşman karşısında aciz kalmazdık. İçimiz perişan, dışımız perişan olmazdı. Zaten bizim başımıza ne geldiyse de bundan gelmedi mi? Bir meslek sahibi olup, sözden mahrum olmaktan gelmedi mi? Sözü olmayanın bilinci de yoktur. Sözsüz olan hedefsizdir. Sözü olmayanın davası da yoktur. Siz sanıyor musunuz ki, profesör olup kapıda daha dünkü yavrularımızı avlamakla iştigal eden birinin sözü vardır. O istediği kadar bilgi sahibi olsun, istediği kadar mesleki yüksekliğe sahip olsun, o zavallının bir sözü yoktur, sözü olmayınca özü de yoktur, o giydirilmiş bir odun kütüğü gibidir. Ve ne hazindir ki, milletimiz, bugüne kadar, hep, giydirilmiş ve söz sahibi olmayan odun kütükleri tarafından hizaya sokulmuştur. Sözü olmak gerçekten bambaşka bir şeydir. Sözün kıymetini idrak etmek en büyük ayrıcalıktır. Sözün anlamını keşfetmek mucize gibidir. Sözümüzü bilmeliyiz ve sözümüzle dirilmeliyiz, sözümüz direnişimizin kaynağı olmalı.

 

Bugün, hepimiz olan biteni izliyoruz. Kurumlar arası çatışmalar, guruplar arası mücadeleler, kişilerin birbirleriyle olan çekişmeleri vb. bütün olumsuzluklar bizlerin derin cehaletini göstermektedir. Belki bu söylenilenlere kızabiliriz ama hayat karşımızda be kuzum. Laf olsun babından yaşıyoruz, konuşuyoruz. Hiçbir eylemimizde ciddiyet yok, samimiyet yok, iyi niyet yok. Hemen benim yapmadığımı yapıp ithama yönelmeyiniz. Yani ben genelleme yapmazken, genelleme yapıyormuşum gibi algılayıpta lüzumsuz yorgunluk üretmeyiniz lütfen. Gördüklerimiz inkâr edilemeyecek kadar çıplaktır. Yaşadıklarımız yalanlanamayacak kadar çıplaktır. Bütün bunlar sözsüzlüğümüzün neticesidir. Sözümüz olmadığı için yaşantımız doğru düzgün değildir. Kalbimiz ve yüzümüz temiz değildir. Hırslarımızın kurbanı olmaktayız. Büyük kavgalar vereceğimize, küçük çıkar hesapları içinde boğuşmaktayız. Kendi kadim köklerimiz üzerinde duracağımıza, düşmanın bencil uygarlığının kirle ve kanla kaplı buzlu sularında yüzüyoruz. Sürekli barıştan bahsediyoruz ama düşmanın fasılasız bir savaş içinde olduğunu fark ve idrak edemiyoruz. Savaşın gerektiği zamanda ve yerde kaçınılmaz olduğu gerçeğini görmezlikten geliyoruz, bunun kendi ahmaklığımız olduğunu algılayamıyoruz.

 

Dünya var olduğundan beri, iyiliğin ve kötülüğün mücadelesi, varlığın mutlak hakikatidir. Peki, iyiliğin ve kötülüğün oldu yerde kavgasız, savaşsız bir ortam olur mu? Kötülüğün yok olması, barışın, sevginin, dostluğun, güzelliğin ve birliğin egemen olması için kötülerle savaşmak zorunda değil midir insan? Kötülerin sözüne karşılık kendi sözünü söylemek zorunda değil midir? Şeytanla nereye kadar birlikte gidilebilir? Sürekli şeytanın istediğini yapmak insan olmaklığa yakışır mı? Hele hele, Yüce Söz sahiplerine böyle izzetsiz ve zelil içinde yaşamak yakışır mı? Oysa iyilikle kötülüğün kavgası kıyamete kadar sürecektir. Ve insanoğlu bu kavgadan kaçamayacaktır. Kaçtığı zaman sözünü düşürecektir ve şerefiyle birlikte her şeyini kaybedecektir. İnsan, şeytana tabi olamaz ve olmayacaktır. Olanlar sözleriyle birlikte insan olmaklıklarını da kaybedeceklerdir. Şeytanla diyalog yapılmaz, şeytana hoşgörüyle yaklaşılamaz. Çünkü şeytanın dostluğu olmaz. Şeytanın dostluğu darağacına kadardır. Şeytanı kötülüklerden vazgeçirebileceğini ve şeytana sevgiyle, hoşgörüyle yaklaşıldığında şeytanın iyi olacağını düşünmek mutlak ahmaklıktır. Şeytanla ve şeytaniyetle mücadele, insanın değişmez kaderidir.

Tarih: 12.02.2012 Okunma: 607

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?