BİZ KİMİZ VE BURASI NERESİ? MİLLİYET VE DİN...1...

Özgür DENİZ - 08.04.2011

Sınırlar vardır. Var edenin, Allah’ın, sınırları vardır. Var edilenin, İnsanın, sınırları vardır. Devletin sınırları vardır. Herkes durduğu yeri bilecek. Gittiği yeri bilecek. Durması gerektiği yeri bilecek. Herkes kendini bilecek. Herkes haddini bilecek. Bildirilmeden önce!

 

Burası Türkiye mi? Yani öğrenme sonucunda bildiğimiz kadarı ile öyle. Aksini söyleyen bir örnek var mı? Mümkün mü? Köksel temel bu. Ve her millet, tıpkı her ailenin, ocağına sahip çıktığı gibi vatanına sahip çıkar mı, her halükarda? Çıkmayan soysuzdur. Köksel tavır bu. Üzerinde yaşayan ve dominant olan millet Türk Milleti (kavmi) mi? Müşahedemiz bize öyle söylüyor. Vatan için çarpışan büyük-bütün milletin, bütün unsurlarının (Kürt’ü, Alevi’si, Çerkez’i, Laz’ı) önderliğini Türk Milleti yapmış mıdır kahir ekseriyetle? Yani birinci elden kaynaklar da, ikinci elden kaynaklar da bunu doğruluyor. Bu toprakların ruhu İslam mı? Hem de asırlardır. Tıpkı asırlardır dominant milletin Türk Milleti olduğu gibi. Köksel gerçek bu. Bir insanlık toplumunu oluşturan iki unsur var mıdır? Milliyet ve din olarak? Köksel olgular mı bunlar? Evet. İnsan topluluklarını, kavimler halinde yarattığını, bizzat Rabbimiz söylüyor ve din olarakta İslam’ı, bizim için seçtiğini bildiriyor. Yani bir insanı oluşturan iki temel boyuttur, milliyet ve din. Din değiştirilebilir mi? Milliyet değiştirilebilir mi? Milliyetin değiştirilmesi kesinlikle muhaldir ama dinin değiştirilebilir olduğu, aziz Önderimizin (sav) ifadeleriyle de kesindir. Bilimsel olarakta durum budur. Diyorlardı ki kendileri; ‘’insanlar, İslam fıtratı üzerine doğarlar ama anneleri ve babaları onları Musevi ve Hıristiyan yaparlar.’’  Demek ki, din değiştirilebilir. Ama milliyet asla değiştirilemez. Varolan köksel gerçeklik bu. İnsan bir milliyete mensup olarak doğar ve onu değiştirmesi muhaldir, din olarakta İslam’a mensup olarak doğar ama sonradan ailesi hangi din üzere ise, kendisi de o dinin mensubu olur. Ki zaten yaşam da yalanlamaz bunu. Ve yaşamın yalanlayamadığı bir şey, genel geçer bir şeydir haddizatında. İnsanlar milliyetlerini değiştirememektedirler ama dinlerini değiştirebilmektedirler. Burada şöyle bir durum vardır: şimdi insanlar dinlerini değiştirebilme durumuna sahip olmasalardı, kendi inandıkları yanlış din üzere yaşayacaklardı ve Rabbimizin, sizin için seçtim dediği dine iltihak edebilmeleri mümkün olmayacaktı. Bu yüzden insanlara dinini değiştirebilme özelliği verilmiştir fakat milliyet adeta vücuda giydirilmiş deri gibidir ve buyurun değiştirin!

 

Misal; Türk ve Müslüman, bu iki sıfat, kavmi ve dini mahiyet, insanın (her milletin insanı için bu değişebilir) manevi varlığının iki temel-esas boyutudur. Ama burada cidden dikkat edilmesi iktiza eden detaylar vardır. Bilakis, bu iki unsuru, zararlı hale dönüştürebiliriz farkında olmadan. Şöyle ki; ne milliyetten ideoloji çıkartmak doğrudur, ne de bir ideolojiye ya da dine sahiplik duygusuyla milliyeti inkâr etmek doğrudur. Milliyet kesin bir gerçekliktir. Din ise kesin bir hakikattir. Milliyet, insanın ne idüğünü, kim olduğunu, hangi insan ırkına ait olduğunu izah eder. Din ise, insanın nasıl olması, nasıl yaşaması gerektiğini izah eder. Din, insanın, hür seçim sonucunda bağlandığı, tapındığı, kendisine göre amel ettiği ilahi değerler toplamıdır. Milliyet cebridir, din ihtiyari. Yani biri (milliyet) zorunludur, diğeri (din) seçim işidir. Milliyet, ben olmadan da olan yani önsel bir hakikattir. Din ise, ben olduktan sonra olan yani sonsal bir hakikattir. Misal; milliyet, soy, tarih, ana, baba gibi önceden mukadder bir şeydir. Kendi belirlemenin dışındadır. Din ise, meslek, parti, arkadaş vs. gibi sonradan belirlenen bir şeydir. Bir yerde kendi belirlemen vardır. Yani anadan, babadan bir din edinmiş olsan dahi, sonradan yine de değiştirebilmektesin. Ama milliyette böyle bir durum mevzubahis değildir.

 

Son tahlilde; binaenaleyh, dini reddedebilirsin, inkâr edebilirsin, değiştirebilirsin fakat milliyeti sevsen de, sevmesen de hatta kin duysan, nefret kussan da tahammül etmek zorundasın. Var olduğun müddetçe o seninle yaşamak zorundadır. Ama burada şöyle bir şey de var: misal, bizim milliyetimiz, dinimizle imtizaç etmiştir, etle tırnak gibidir sanki. Tefrik etmek kabil-i mümkün değildir. Sanki dinden çıksan milliyetinden de çıkmış gibi olursun. Adeta, Türklük beden, İslam ruh olmuştur sanki. Bu bence şu anlama gelir: Türk Milleti, İslam dini ile müşerref olduktan sonra, dinin özünden fışkıran yüce değerlerle öyle bir teçhiz olmuştur ki, o değerleri terk ettiği zaman sanki kendisi olmaktan da çıkmış gibi olacaktır. Ki zaten hayatta ki örneklerde bunun en güzel şahididir: din düşmanlarına bakınız istisnasız hepsi Türk Milleti’nin de düşmanıdırlar. Kendilerini böyle yansıtmamaya çalışırlar ama kesinlikle böyledirler. Ve asırlarca da, Türk=Müslüman olarak telakki edilegelmiştir bu sebeple. İkisi birbirine adeta kilitlenmiş gibidir. Hayatla ölüm gibidirler sanki. Türk Milleti, İslam olduktan sonra farklı bir tıynete bürünmüştür, İslam da Türk Milleti ile dünya kıtaları üzerinde sancağını dalgalandırmıştır. Türk Milleti, sonsuz yücelikte ve derinlikte güzel ahlak kesbetmiş; İslam da, eğilmeyen, kınından çıkınca inmesini bilen, kudretli bir kılıç kesbetmiştir. Tabir caizse, Rabbim affetsin, Türk Milleti, İslam’a dünyayı vaat etmiştir, İslam da Türk Milleti’ne ahireti vaat etmiştir. Öyle de olmuştur gerçekten. Ama tabi tarihsel süreç içerisinde, sonradan dünya yüzüne fırlamış şeytani ideolojilerin ve çağın-modernitenin getirdiklerinin de etkisiyle dehşetli derecede dejenerasyon hâsıl olmuştur. İslam, Türk Milletini bırakmamıştır ama Türk Milleti, İslam’dan peyderpey uzaklaşmıştır ya da İslam’ı kendine göre değiştirmeye tevessül etmiştir. Ve bu, mutlak kesinlikte ifade edebiliriz ki, Türk Milleti’nin aleyhine olmuştur. Çünkü ruhunu kaybetmiş bir insanın yaşmasının imkânsız olduğu kadar, varlığının temeli olan yüce değerleri, bir anlamda ruhsal özü kaybetmiş millette yaşayamaz. Yaşasa da nasıl yaşayabileceği malumdur. Ki bizim, millet olarak dine uzaklaştığımız bir gerçektir ama bu arada faraza Türk olarak kaldık diyelim, halimiz nicedir? Demek, dinden uzak olsakta Türk olarak kalabiliriz diye bir iddiamız asla olamaz. Sen Türk’üm dersin ama Türklüğün temellerine ihanet içerisinde olduğunu fark edemeyecek kadar körleşmişsindir. Zira manzara-i umumiye, hepimizin malumu. Buradan şöyle bir sonuç çıkarsak herhalde absürt olmaz: Türk Milleti İslam’sız olamaz ama İslam, Türk Milleti olmadan da vardır ve olacaktır sonsuza kadar. Faraza, İslamsız var olabileceğimizi iddia etsek bile, bunun nasıl olabileceği kesinlikle muammadır. Türk Milleti’nin evlatları olarak bunu çok iyi idrak etmemiz icap eder. Zira bekamız buna merbuttur. İskeletsiz bir insanın, et yığınına dönüşeceği, nasıl inkârı imkânsız bir hakikat ise, dinsiz-değersiz bir milletin de tarih sahnesinde var olamayacağı mutlak bir hakikattir. Nasıl iskelet insanı madden ayakta tutuyorsa, din de manen ayakta kalmanın temel koşuludur. Ruhsuz, beden anlamsızdır ve yaşaması imkânsızdır ama bedensiz ruh sonlulukta da, sonsuzlukta da bakidir. Çünkü ruh ölümsüzdür.  

 

Şimdi, o zaman, kesin şekilde, şu çıkarımı yapabilir miyiz? Bu topraklarda, asırlar içinde oluşan törelerimize ve aklımız, irademiz ve ihtiyarımız ile belirlediğimiz-seçtiğimiz dinimize göre yaşayabilir ve kanun tanzim edebilir miyiz? Ve buna kimsenin karışmaya haddi ve hakkı olabilir mi? Yani bu topraklar bize aittir. Burası Türkiye’dir ve biz Müslüman Türk’üz, bütün kardeş unsurlarımızla birlikte, küçük farklılıklarımız dışında. Misal; üç unsurdan üç muhteşem örnek verelim: Alparslan, Selahaddin Eyyubi, Hacı Bektaş-ı Veli. Dinimizden doğan yüce değerlerimiz var mıdır? Asırlar içinde oluşturduğumuz ve süreklilik kazanan töremiz var mıdır? Peki, birisi çıkıpta, kardeşim din de neymiş, törede neymiş diyebilme hakkına sahip midir? Hadi ordan! Kime ne? Hayır, gerçekten kime ne? Evimi istediğim gibi dizayn edebilir ve evimde istediğim şekilde ve istediğim düzene göre yaşam sürebilirim, kim müdahale edebilme hakkına maliktir ve haddi midir? Zira mezkûr ve sarih izahatlar malumumuz. Üstelik mezkûr izahatların hiçbir şekilde çürütülmesi diye bir şeyde olamaz ve bu mümkünde değildir. Ben evimde nasıl yaşayacağımı sana mı soracam şerefsiz? Aile halkımla nasıl yaşayacağımı, hangi temellerde var olacağımı, birlikte nasıl davranacağımı senden mi öğreneceğim müptezel adam? Kimsin ve necisin? Buradan ve bizdensen, haddini bileceksin. Buradan ve bizden değilsen ya adam gibi hareket edeceksin ya da defolup gideceksin. Yani söyleyin aziz dostlarım haksız mıyım? Vallahi dayanamıyorum özüme münafi dayatmalara, üstelikte bizden olmayanlar yapıyorlar bunu. Yaşama hakkını elinden almıyorum ve buna hakkım da yok ama küstahlık yapmana da hak tanımıyorum. Zira bir ailede ilk söz hakkı kime aittir bunu herkes bilir?

 

O zaman şunu rahatlıkla ifade edebiliriz: asli-dominant unsurdan olmayıpta, bu topraklarda bir nevi misafir olan unsurlar saygılı olmalılar ve kendi değerlerini yaşamakla birlikte bu toprakların ruhuna sadık olmalılar. Kesinlikle ihanet içinde olmaya cüret etmemeliler. Fitne ve fesat tohumu ekmeye, karanlık odakların maşalığını yapmaya tevessül etmemeliler. Bu ülkeye, bu millete, bu devlete, kendi isteklerini, değerlerini dayatamaya yeltenmemeliler. Hülasa; gâvurlaşmamalıdırlar. Bilakis, terbiye etmek, hadlerini bildirmek, kahpece küstahlığa, şerefsizce ihanete layığı ile cevap vermek, bu toprakların asli çocuklarının en doğal haklarıdır ve cevap hakkı da muhakkak doğacaktır, doğmalıdır da zira. O zaman, verilecek cevaba, kimsenin söz söyleme haddi de, hakkı da yoktur ve olamazda. Hakeza; bu toprağın çocuğu olduğunu iddia edipte, aynı şekilde, bu toprakların düşmanlarıyla teşrik-i mesai içerisinde olan, kendi değerlerini tahkir etmeye tevessül eden, fitne ve fesat ocaklarına odun taşıyan, karanlık adamların maşalığına soyunan, dış düşmanların dikte ettiği değerleri bu toprakların çocuklarına dayatmaya yeltenen, bu toprakların çocuklarına yabancılaşarak milliyetine ve dinine düşmanca tavırlar sergileyenlere de, kardeş unsurlar olsalar dahi, aynı şekilde cevap vermek, bu toprakların değerlerine sadakatle bağlı olan çocuklarının (asli ve yardımcı unsurlar olarak) üzerine mutlak şekilde haktır ve bu yaklaşım doğrudur. Hayır, ihanet etmeye sebep yoktur ve olamaz. Ve ihanetin cezası bellidir. Zira atalarımıza baktığımız zaman, bütün unsurların nasılda insicam içerisinde bir bütünlük-birlik oluşturdukları hepimizce malumdur. Ve dünyaya hâkim olmanın da,  buradan geçtiği saf bir gerçekliktir.

 

Lütfen namusluca konuşalım: Hanginiz, başka bir ailenin evinize gelipte, kendi alınterinizle, kanınızla, gözyaşınızla yükselttiğiniz ve içerisinde huzurlu bir yaşam sürmeye çalıştığınız evinizde, kendi evinin ya da başka bir evin kurallarına göre yaşamanıza müdahalede bulunmasını ve benim istediğim şekilde yaşayacaksınız demesini hoş karşılarsınız Allah aşkına? Ya da kendi evinizde yetişen bir evladınızın, dışarısıyla münasebetleri sonucunda kendi evinden iğrenmeye başlayıp ailesine meydan okuyup sizin değerlerinizi reddediyorum ve bu evin değişmesini istiyorum deyip kafasına göre size dayatmada bulunmasını hoş görebilirsiniz? Herkes kendi evinde, kendi kadim ve temel ortak değerlerine göre yaşar ve yaşamak ister değil mi?

 

O zaman, şu sözlerimizi, açık yüreklilikle ifade edebiliriz: bu toprakların çocuklarının, bütün izm’lere karşı direnme hakkı var mıdır? Komünizme, kapitalizme, faşizme, liberalizme, anarşizme, darvinizme, kemalizme, siyonizme ve aklımıza gelmeyen bütün izm’lere karşı uyanık olma, direnme ve hepsini saf dışı bırakma adına sonsuz mücadele etme hakkı var mıdır? Kesinlikle vardır. En doğal haktır bu. Zira bu izm’lerin hiçbirisinin, bu toprakların çocuklarının, ne milliyetleri ile ne de dinleri ile zerrece alakası yoktur. Ve bu toprakların çocuklarının, kendi milliyetleri ve dinleri temelinde bir düzen tesis etmeleri sonsuz ve doğal haklarıdır. O zaman ev sahibinin, evini, bütün dış tazyikatlara karşı koruması ve güvenlik çemberine alması, kendi üzerinde mutlak bir haktır, sorumluluktur. Sorumsuzluğun sonu acı bir yok oluştur, payimal olmaktır. Hiçbir kimsenin de bu zehirleri, bu toprakların çocuklarına enjekte etmeye hakkı yoktur. Vallahi, kesinlikle yoktur ve olamaz. Hakları vardır deniliyorsa, o zaman bu toprakların çocuklarının da sonsuz ve amansız şekilde direnme hakları vardır. Ve bu direnişin doğuracağı sorunlara hududunu ve hadlerini aşanlar katlanmak zorundadırlar, şikâyet etmeye hakları yoktur. Keza, misafirimiz olan, Yahudilerin, Ermenilerin, Rumların vb. yukarıda da ifade ettiğimiz gibi yanlış işlere kalkışmaları, ihanete tevessül etmeleri, siyonizmin maşalığını yapmaları, asla hoş görülemez, anlayışla karşılanamaz ve en güzel cevabı görür, çok güzel cevap olur bu! Hakeza; PKK vb. kirli, kanlı, karanlık örgütlerin de defedilmesi gerekir, tesirsiz kılınması şarttır ve bu asla Kürt kardeşlerimize karşı bir tavır olarak algılanamaz, bilakis bu şekilde algılayan Kürt kardeşimiz varsa onlar da ihanet içindedir. Zira PKK bu topraklara sadakatsizlik etmiş, Kürt kardeşlerimize ihanet etmiş, kundakta ki çocuğu katletmekte bir beis görmemiş, kirli, kanlı, karanlık ve vahşi bir örgüttür, hülasa, siyonizmin maşasıdır. Aynı şekilde; Kartel Medyası ve Kompradorlar Kulübü de herhangi bir ihanet içinde olmamalıdır, yanlış yapmamalıdır ve mevcut durumlarını değiştirmek zorundadırlar. Bu toprakların çocukları oldukları iddiasında iseler şayet, sadakatli olmak zorundadırlar, bu ülkeye, devlete ve millete; bilakis devlet ve millet onlara göre olmak zorunda değildir ve böyle bir iddiaları varsa bile, bu, şerefsizlikten, alçaklıktan ve mutlak ihanetten başka şey değildir ve gereken cevap kesinlikle layığı ile verilmelidir. Bu toprakların değerlerine karşı saygılı olmak mecburiyetleri vardır, bu toprağın çocuklarına dayatmada bulunma küstahlığına yeltenmemelidirler. Bu toprakların iki temel dinamiği olan; din’e ve milliyete haysiyetsizce saldırı da bulunmamalıdırlar. Zira kendilerini ırgalayan bir şey yoktur. Bu ülkede, bu ülke üzerinde müesses devlette, bu devlet çatısı altında yaşam süren millette, İslam’a ve Türklüğe istinat etmektedir. Ve daima da böyle kalacaktır. Bunu değiştirmeye inşaallah kimsenin gücü yetmez ve yetmeyecektir. Aksi bir tevessül en şiddetli karşılığı görecektir, görmelidir. Bu bilinmelidir. Misafirlerde bilmelidirler bunu. Bizden olduğunu söyleyen ama bize yabancılaşmış olanlar da bilmelidirler. Bedavaya bulduğumuz bişey yok ki, yok pahasına verelim ya da durduk yere kaybedelim. Herkes haddini, hududunu, bulunduğu yeri ve duracağı yeri kesinlikle bilmelidir. Bildirilmeden önce!

 

Bu toprakların oğlu, bu milliyetin müntesibi, bu dinin ümmeti olduğu iddiasında olan herkes bu bilinç içerisinde olmalıdır. Yaşamının temelini bu bilinç oluşturmalıdır. Ama bu millette asla, ne misafirlere karşı ne de kendini oluşturan diğer unsurlara, gövdenin varoluş dinamikleri olan elemanlara karşı, asla efendilik taslamaya hakkı da, haddi de yoktur ve olamaz. Ancak ev sahipliği ve ağabeylik yapabilir, onu da kesinlikle ahlak ve adalet temelinde yapmalıdır. Yani Türk Milleti’nin her bir ferdi de adam gibi yaşamalıdır. Asla umarsız, lakayt, bencil, gaddar, ahlaksız ve adaletsiz olmamalıdır. Otoriteli olmalı ama baskı yapmamalıdır. Fakat harici ve dâhili müdahalelere ve tuzaklara da meydan vermemelidir. Direten olursa da şiddetli şekilde karşılık vermekten imtina etmemelidir. İnsan hakları martavallarıyla oyalanacak, temellerimizi sarstıracak ve kazandıklarımızı kaybedecek lüksümüz yoktur ve olamaz.

 

            Son sözü, bu toprakların şerefli, asil, necip, haysiyet abidesi, ahlak timsali, aziz ve sıddık münevveri, muhterem NURETTİN TOPÇU üstada bırakalım inşaallah. AHLAK NİZAMI isimli eserinden iktibas yaptığımız sözlere buyurunuz:

 

‘’Davamızın ve Düşüncemizin Esasları: Büyük vatan, Anadolu toprağıdır. Soyumuz, Oğuz çocuklarının, Anadolu’nun dokuz yüz yıllık tarihi içinde, bu topraklardaki kaynaşmalarıyla eriyip, aslını kaybetmeyen Türk Soyu’dur. Dilimiz, bu muazzez ülkede bin yıllardan beri devam ede gelen, tarihi olgunlaşma içinde varlık kazanan, müşahhas ve zengin Türk Dili’dir. Devlet, kahir ekseriyeti köylü ve çiftçi olan kütlenin, iradesini yaşatan ve yansıtan Otoriteli Devlet’tir. İktisadi sistemimiz, halkın bütün içtimai ihtiyaçlarını karşılayan ve her ferdi iş ahlakıyla seferber eden Ruhçu-Devletçi sistemdir... Millet dini, onun ahlâkını, örfünü ve kalbini yoğurmuş İslâm Dini’dir.’’

Tarih: 08.04.2011 Okunma: 647

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?

Osman GENÇ

03.02.2011 - 14:06

Unutmamak lazım nede olsa bizdeki normal demokrası değil .İLERİ DEMOKRASI....Varmı dünyada bizim demokrasimizi kıskanmayan.....Profesörlere, yazarlara, ressamlara, öğrencilere, öğretmenlere, çiftçilere, köylülere, memura işçiye bu kadar müsamaha dünyadaki başka hangi demokrasilerde var.........saygıyla

Osman GENÇ

03.02.2011 - 14:11

Ben sadece şunu söylemek isityorum...Özelliklede cumhuriyet karşıtlarına ve saltanat ve hilafet sevdalılarına...Hani her fırsatta sövdüğünüz ve yerdiğiniz bu cumhuriyeti kuranlar varya her halde size acıyarak gülüyorlardır...Bütün güç ellerinde olmasına rağmen kendi rızaları ile buu ülkeyi tek partili sistemden bir anda çok partili sisteme geçirenler şimdi size acıyarak bakıyorlar...O utanmak bilmeyen yüzlerinize........

Osman GENÇ

03.02.2011 - 14:06

Unutmamak lazım nede olsa bizdeki normal demokrası değil .İLERİ DEMOKRASI....Varmı dünyada bizim demokrasimizi kıskanmayan.....Profesörlere, yazarlara, ressamlara, öğrencilere, öğretmenlere, çiftçilere, köylülere, memura işçiye bu kadar müsamaha dünyadaki başka hangi demokrasilerde var.........saygıyla

Osman GENÇ

03.02.2011 - 14:11

Ben sadece şunu söylemek isityorum...Özelliklede cumhuriyet karşıtlarına ve saltanat ve hilafet sevdalılarına...Hani her fırsatta sövdüğünüz ve yerdiğiniz bu cumhuriyeti kuranlar varya her halde size acıyarak gülüyorlardır...Bütün güç ellerinde olmasına rağmen kendi rızaları ile buu ülkeyi tek partili sistemden bir anda çok partili sisteme geçirenler şimdi size acıyarak bakıyorlar...O utanmak bilmeyen yüzlerinize........