ALİ ŞERİATİ...2...

Özgür DENİZ - 29.04.2009

Haddizatında devrimciler biraz bu dünyalı değillerdir. Bu dünyaya fazla dalmamışlar, alışmamışlardır. Dünyanın kör karanlığında kaybolmamışlardır. Ruhları ve beyinleri güçlüdürler. Asla benlikçi değildirler. Kolektif yaşamayı kanıksamışlardır. Kolektif düşünmeyi kanıksamışlardır. Teori ile pratiği mezcetmeyi başarmışlardır. Yalnızdırlar. Sessizdirler. Susarken konuşurlar konuşurken sustukları gibi. Ruhları sonsuz özgürdür. Aynı zamanda hem varlık denizinde yüzerler hem de varlık denizini kenardan temaşa eylerler. Ne daldıklarında kirlenirler ne de çıktıklarında ölürler. Hep muhkem bir direniş içerisindedirler. Zira, alışan tutsaktır.

 

O, ne mutlak idealist ne de mutlak realisttir. Muazzam bir muvazene üzeredir. Varlığın muvazene üzerine müesses olduğunu idrak etmiştir. Asla hayatın katı gerçeklerinden bihaber değildir. Zira bu dünyadadır ve dünyanın bütün sıkıntılarıyla iç içedir. Acıyı yaşamaktadır, sevinci tatmaktadır. Toplum içindedir. Zindandadır. Kendisini mutlak idealizmle itham edenlere ‘’Yalnızlık Sözleri’’nde son derece ikna edercesine seslenmiştir. Durumu net olarak izah etmiştir.

 

Zevahirde yalnız gibi görünse de asla yalnız değildi. Bahsettiğimiz gibi bütün mevcudat onun yoldaşıydı. Canlı-cansız. Tüm kâinatı ve yekpare insanlığı kucaklamıştı. Samimiydi, içtendi, doğaldı. Sahtekârlıktan iğreniyordu. Yalansızdı, maskesizdi. Olduğu gibiydi. Buna rağmen sefil beyinliler, dördüncü tür mahlûkatlar kendisinin amansız düşmanıydı. Fiyakalarını bozmuştu bütün sahtekârların. Ütopistti onlara göre, ki kendisi de zaten yalanlamıyordu ve olması gerektiğini ifa ediyordu. ‘’İslam-bilim’’ isimli fevkalade eserinde muhteşem şekilde izahını da yapıyordu bunun. Her insanın ve toplumun bir ütopyası olması gerektiğini beyinleri ve ruhları tatmin ve ikna edercesine kanıtlıyordu. Kesinlikle haklıydı. Ütopyasızlık, düşünen insanın bitişi ve tükenişi demekti. O, gerçekçi bir idealistti. Ama bir idealist olarak yapacağı ama yiyemeyeceği bir devrime öncülük ediyordu. Sahtekâr realistler hiç utanmadan bitevi itham ettikleri bu güzel devrimcinin, oluşmasına öncüllük ettiği güzel meyvenin üzerine atmacalar misali konmuşlardı hiç utanmadan. Zaten bu dünya idealistlerin yapıp realistlerin yediği bir dünya değil miydi ve yine aynı şey tekrar etmiyor muydu? Ama kendisi olsa da buna bir şey demezdi. Zira o çok büyük bir beyin, çok hassas bir yürekti. O insandı.

 

Çöllerin acı dolu sessizliği yoldaşıydı o’nun. O arayandı. Bitimsiz arayıştan sonsuz haz alıyordu. Haddizatında arayış taliplisi gerçek özgürlüğü yakalayandı. Arayış içinde olanı tutsak etmek en zor olandı. Bu yüzden arayış serüvenlerine yol açan tefekkür kıvılcımları cezp edici oyuncaklarla daha alevlenmeden küle döndürülmeliydi. Arayanı yönlendirmek cesaret isterdi. Uyutmak muhaldi. Avutmak, istendik yöne kanalize etmek, aldatmak, kullanmak, boyunduruk altına almak tasavvur dahi edilemezdi. Arayan zincirlerinden boşanmış bir küheylandı. Mavi göklerin enginliğinde pervaz eden kuştu. Çöllerde var olmayı gerçekleştirmiş bir vahaydı, hayat sunan.

 

Düşmanlarını çok iyi tanıyordu. Ama düşmanlarını bile dost biliyordu. Tabi müteyakkızdı. Uykusunda bile uyanıktı ki ta sonsuzluğa uyuyana dek. Zira zımnen düşmanları bile ona hizmet ediyorlardı. Değil mi ki, Allah, hakikatte, saf samimiyetle kendi dinine hizmet edene bütün âlemi hizmetkâr kılıyordu. Bütün varlıkta adeta güzel adamın hizmetine girmişti. Her düşmanda, hakikatin bir parçasını yakalıyordu. O da, bunu aradığına göre düşman niye dost olmasındı ki? Ama onun gerçek ve değişmez bir düşmanı vardı ki, bu sinsi ve ebedi düşman; dinlerdi, dinin karşısındaki dinler. Bunu ‘’Dine karşı din’’ isimli muazzam eserinde muhteşem şekilde izah etmişti. Muhakkakta ikna etmişti, cidden büyük düşünen yüce beyinleri. ‘’Üstün akıllılardan başkası da derin düşünemez.’’ Allah.

 

Taşı yerinden kımıldatandı. Kımıldayan taşın ne zaman ve nereye düşeceği belli olmazdı. Binaenaleyh taşı kımıldatan her kim olursa olsun zer-zor-tezvir şebekesinin hedefiydi ve yok edilmeliydi. Burada zer sermayeyi, zor iktidarı, tezvirse diğer ikisinin sistemini tahkim etmekte yardaklık yapan ve kitleleri uyutan sahtekâr dinciydi. ‘’Mülk Allah’ındır Karun’u vurun. İktidar Allah’ındır Firavun’u vurun. Din Allah’ındır Belam’ı vurun’’ diyordu. Bütün yalancı tanrıları rahatsız etmişti. Tanrının emrinde yalancı tanrılarla savaşıyordu o. Şerefli bir muvahhidi. Tevhit içindi sonsuz mücadelesi. Suçluyu arıyordu şebeke ve bulmakta gecikmiyorlardı. Biteviye kovaladılar. Ne kovalayan ne de kaçan yoruluyordu. Kovalayan ne kadar onursuzsa kaçan o kadar onurluydu. Kaçışı, asla, onursuzca bir kaçış değildi. Ulvi bir maksat içindi. Zira o mukaddes bir harpte idi. Harpte hile değil miydi? Öyleyse kaçışta bir hile durumu değil miydi? Yani sorun yoktu. Kovalayanlar onursuzdular, sefildiler, mikroptular, köpektiler, zavallıydılar, kahpeydiler, haindiler, acizdiler, belhümadaldılar.

 

Büyük acılardan küçük şarkılar yapan ve bu küçük şarkılarla büyük azaplara merhem olan güzel bir adamdı o. Bir şiir gibi, bir şarkı gibi yaşadı. Şarkılar bitmez, şiirler susmazdı. O da hiç bitmeyecek ve hiç susmayacak. Bir şiir gibi okunacak, bir şarkı gibi söylenecek sonsuza kadar. Varlıksızlığında bile varlığı daima duyumsanacak. Onunla savaşanlar, derin ve keskin bir gerçekle savaştıklarının farkında olmayan budalalardı. Aptaldılar. Sefildiler. Korkaktılar. Zincirlerinden boşanmış köpektiler. Namustan sıyrılmış domuzdurlar. Onun yalanlara her vuruşu ve güneş gibi her gün yeniden doğuşu düşmanlarını kahrediyordu, derin izler bırakıyordu nasırlaşmış suratlarında, paslanmış vicdanlarında, yalancı tanrıların.

 

Kölelikten başkaca hak bırakılmayan tutsak bir toplumun ufkunda özgürlük güneşi gibi doğmuş ve karanlığın üzerine çöküvermişti. Halkının genç ve taze dimağları, temiz ve lekesiz vicdanları kitleler halinde bu sımsıcak ve parlak güneşi takibe koyulmuşlardı. Özgürlük uçan kuştu. Ebedi aydınlık veren güneşti. Yalan kokularını dağıtan serin rüzgârdı. Yel olmuş küheylandı. Bütün görkemiyle salınan heybetli bir dağdı. Ulu bir doruktu. O özgürlüğün müptelasıydı. Ama insanlaştıran özgürlüğün hayvanlaştıran değil. Özgür doğmuştu. Besini özgürlüktü. Kumaşı özgürlüktendi. Değil mi ki çok sevdiği güzel halife Hz. Ali efendimiz: ‘’başkalarına köle olmayınız, çünkü Allah sizi hür yaratmıştır’’ demişti. Yani, inandığı din bunu emrediyordu. Saf ve hakiki özgürlüğü. Yalnızca ve yalnızca Allah’a inkıyat etmeyi, yalancı tanrıcıklara değil. Dolayısıyla emre tabi oluyordu. O zaman kölelikte neydi? Nereden çıkmıştı? Bir kuş gibi uçuyor, bir güneş gibi her gün yeniden doğuyor, bir doruk gibi bütün görkemiyle salınıyor, bir rüzgâr gibi esiyor ve bir küheylan hızıyla hareket ediyordu. Beyni kuşatan zincirleri kırıyor ve insan kardeşlerini aydınlatıyordu. Karanlığı bir ok gibi delip paramparça ediyordu. Zer-zor-tezvir şebekesine ağır darbeler indiriyordu. Onların alçak tuzaklarını deşifre ediyordu. Kimliklerini bütün yönleriyle izah ediyordu ve onlara karşı halkını ikaz ediyordu. Zindanların dostuydu zalimlerin düşmanı olduğu kadar. Ama o karanlıkta tutsakken bile aydınlık saçıyordu âleme ve insanlığa. Karanlıkta kaybolanlardan değildi. Karanlığı kaybedenlerden ve delenlerdendi. Kaderi kölelik olmuş bir halka ab-ı hayattı ve oldu da gerçekten. Saçtığı kıvılcımlar ateşlendi, attığı tohumlar filizlendi. Halkı onu utandırmadı.

 

Kelimeleri kırbaç gibi kullanıyordu. Zalimlerin yüzlerinde derin iz bırakıyordu. Mükemmel bir yazı ustasıydı. Özüne sadakatten asla şaşmadı. Asla ruhuna yabancılaşmadı. Hatipliği fevkaladeydi. Söz temelli özü vardı. Halkına bakan yüzü vardı. Hakikati gören gözü vardı. Bütün batıl sistemlere karşı, kuvvetli ve şaşmaz tezi vardı.

 

Okumak-yazmak-anlatmak. İşte o buydu. Okudu-yazdı-anlattı. Ta ki susturuluncaya dek. Ama yine de beceremediler bunu. Yine konuşuyor, anlatıyor, dinletiyor, rahatsız ediyor haysiyet, söz, onur cellâtlarını, halk ve hakikat düşmanlarını. Şahadetin doğal olduğunu biliyordu, tevhit-adalet-özgürlük yolunda. Bu bilinçle donanarak çıkmıştı yoluna. Korkusuzca yürüdü, konuştu, savaştı ve yüce ödülüne ulaştı. ‘’Kendini devrimci yetiştirmek’’ isimli harikulade kitabında bunu çok mükemmel izah etmişti zira.

 

Acısı yoğundu, öfkesi sertti. Acısının yoğunluğu öfkesinin sertliğine suydu sanki. Öfkesini acısıyla suluyordu. Adeta çelikleştiriyordu. Ama, zer-zor-tezvir şebekesineydi bu kutsal öfke. Çünkü; acıyı yaşatan onlardı. Boşuna ve anlamsız bir öfke değildi öfkesi. Acısını duygusallığı artırıyorsa da, öfkesini rasyonelliği perçinliyordu. İnsanlık toprağını, ahlak pulluğu ile sürmüş, düşünce yağmurları ile sulamış ve devrim tohumlarını atmıştı. Artık, meyve vermezse toprak utansındı. Ama, ne o yanılmış, ne toprak utanmıştı. Meyve hâsıl olmuştu. O, meyveyi görüp tadamasa da. Ama ne hazin ki, onun yaptığı devrimin üzerine atmacalar misali konan rezil realistler O’na ihanet etmişler ve sözlerinin özgürce uçmasını engellemişlerdi. Bu iğrençti ama olmuştu.

 

 

Kurtuluşun Doğu’da olduğunu biliyor ve görüyordu. Buna iman etmişti. Batı uygarlığının, batasıca uygarlığın, insanın doğasına münafi olduğunu bütün tahkikleri ve tetkikleri neticesinde görmüştü. Dirilişin, uyanışın, direnişin doğudan sökün edeceğine bütün beyni ve ruhuyla iman etmişti. Ama bu rastgele olacak bir şey değildi. Altyapısı olmalıydı. Yoksa umut beyhudeydi. Gayret manasızdı. Zira her sonuç bir sebebe müteallikti. Ve, talih o güzel adamı, o insan devrimciyi, o peygamberi misyonu en mükemmel şekilde taşımış onurlu aydını yanıltmayacakta. O güzel insan muhakkak haklı çıkacak. Çünkü asla halksızlık yapmadı. Hep dosdoğru oldu. Hep düz durdu. Dik yürüdü. İstikametten kesinlikle şaşmadı. Belki göremedik ama mirası vesilesiyle buna şahidiz.

 

Yüce varoluş için kavga verdi, varoluşun yüce sevinçlerinden mahrum kalma pahasına. Var oldu ve yok olmadı, olmayacakta. Yokluğa mahkûm olan sefillere yazık. Onursuzca yaşayanlara yazık. Hayvanlığa mahkûm olanlara yazık. Zincirleri kırmak güzeldi ve o bir zincirkırandı. Zeynebi mirasa sahip çıktı. Hüseyni mirasa sahip çıktı. Kesinlikle ihanet etmedi. Temsilini en güzel şekilde yaptı. Görevini hakkıyla ifa etti. Sorumluluğunu bir an bile nisyana terk etmedi.

 

O güzel devrimci adam, halk kütlelerinin, rüzgârın tesiriyle devasa bir kütle teşkil edip mavi ufukları kaplayan ve yekpare bir bütün teşekkülüne sebebiyet vererek rahmet indiren bulut kümeleri gibi tek bir bütün olup yeryüzünü kaplamalarını, emperyalist pisliklere kan kusturmalarını ve görkemli bir devrimle halkları sonsuz özgürlüğe kavuşturmalarını, son tahlilde; muhteşem nizam olan tevhit nizamını hayata hâkim kılmalarını, yeryüzüne adaleti getirmelerini, ahlakı egemen kılmalarını istiyordu. Zer-zor-tezvir şebekesi çökertilmeden yeryüzünün asla huzura kavuşacağına inanmıyordu. En büyük gayesinin ancak bu şekilde tahakkuk edeceğine iman etmişti.

 

Demir duvarları delen, kızgın fırınları serinleten sözler bıraktı miras olarak, onuru için dövüştüğü kardeşlerine. Sahip çıkarlarsa ne ala. Çıkmazlarsa yazıklar olsun.

 

O bekleyendi ve ümit edendi. Sabırla yürüdü, sabırla dövüştü. Hiç bıkmadı, yorulmadı, usanmadı.

 

O güzel insan, adaletin, dünyanın altyapısı olduğuna ve adaletsiz bir dünyanın yoklukla malul olduğuna kaniydi. Hayat bunu öğretmişti. O güzel devrimci, özünü yitiren ve mankurtlaştırılan insanlığın kavgacısıydı. Öze dönmeden, bu eksende bireysel ve toplumsal arınmayı gerçekleştirmeden kurtuluşa inanmıyordu. Praksis hayatın canıydı. O can çıktımı hayat yoktu. Varoluştu praksis. Öyleyse praksisle hayat can verilmeliydi. Arınmadan da praksis olmazdı ki. Öyleyse arınmalıydı önce ve dönmeliydi öze. Sonrada praksis eklenmeliydi temizlenen bedene.

 

İmkânı vardı belki yaşamaya ama yokmuşçasına yaşıyordu. Yalnızlığı seçiyordu. Ama kervandan kopmadan. Karanlık ve kirlenmiş bir âlemde insanları yücelikler ülkesine davet ediyordu. Yeşil din ülkesine.

 

Bir devrimcinin tam bir hususi hayatı yoktur. Çünkü o varlığın bütün yönlerinde kolektif düşünür. Önce biz gelir onda ben değil. Bütün varlık âlemi onun için bir laboratuar mesabesindedir. Varlığın bütün tecessümleri de ulaşmak istediği hedef yolunda birer malzemedirler. Bir devrimci bitevi beyinsel bir faaliyet içerisindedir. Aynı zamanda ruhsal faaliyet içinde. Beyni düşünürken kalbi sevmekle iştigaldedir. Duayla meşguldür. Büyük kıyama hazırlıkla meşguldür. Ta ki yüce ve görkemli devrim güneşi doğup bütün varlık âlemini tenvir edene değin. Devrimci yine de durmaz. Zira devrimin bir süreç olduğunun bilincindedir. Ancak sonsuzlukta ikmal olunacak bir süreç. İlânihaye yenilenmelerle ilerlemeye tabidir.

 

 

Selam olsun yüce ve büyük önderin izinden giden bu güzel devrimci adama ve bu güzel devrimci adamı takip eden yürekli devrimci yiğitlere.

 

Ben bu güzel adamı kendi anladığım kadarıyla anlatmaya çalıştım. Sizler eserlerini inceleyerek daha teferruatlı tanıyabilirsiniz. Ben eserlerinden iktibası gerekli görmedim. Zira eserleri ulaşılmaz değildir. Ali Rahnema üstat onu 600 sayfalık ‘’Müslüman Ütopyacı’’ isimli muazzam eserinde çok güzel tahlil etmiş. Temin edip inceleyebilmek imkân dairesindedir lütfederseniz. Bu güzel adamın eserleriyle beslenenler her zaman farklılık oluşturmuşlar, farklı heyecanlara vesile olmuşlar, söz dünyasına muhteşem bir düzey kazandırmışlardır. Eserlerini mutlaka sıkı bir disiplinle takip etmenizi öneririm âcizane. Devrimci umutla ve heyecanla kalınız yiğit yürekler.    

Tarih: 29.04.2009 Okunma: 606

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?

İ.Hakkı Cengiz

31.03.2009 - 18:25

Birbirinden değerli mesajlar. En güzeli ise, "insan tabiatın bir parçası olduğunu unutmadıkça daha mutlu olur." Emeğinize sağlık. Selâmlar...

İ.Hakkı Cengiz

31.03.2009 - 18:25

Birbirinden değerli mesajlar. En güzeli ise, "insan tabiatın bir parçası olduğunu unutmadıkça daha mutlu olur." Emeğinize sağlık. Selâmlar...

Özgür Deniz

31.07.2022 - 15:44

Varlığıyla bir mesajdır sanki üstad. Çünkü onun varlığı bile varlığı anlamanın bir yoludur. Yüceltmiyorum hayır, hakkını teslim ediyorum. Kalben sonsuz teşekkürler ve bilmukabele inşaAllah saygıdeğer paşam saygıdeğer ağabey. Derin saygılar selamlar inşaAllah.