BÜYÜK YANILGI VE KARANLIĞIN KUYUSU...20...

Özgür DENİZ - 16.06.2019

‘’’’Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız, (bu) emirlere olan azimdendir.’’’’ Ali İmran-186. Bu ayeti işitebiliyor muyuz, duyabiliyor muyuz, anlayabiliyor muyuz, hissedebiliyor muyuz? Bunu olabildiğince ekstra bir bilinçle ve farkındalıkla soruyorum yani ne sorduğumun farkındayım ve bilincindeyim. Masal da dinlemek istemiyorum. Çünkü her gün masallarla kalkıyor, masallarla yaşıyor ve masallarla yatıyorum zaten, binaenaleyh masallara karnım olabildiğince tok hatta ömrüm boyunca masal dinledim handiyse. Yalanlara bakacak yüzümde yok. Hiçbir kimsenin masallarına ve yalanlarına inanmaya niyetim de yok, zorunluluğumda yok. Ne kulların kuluyum ne de kölesiyim kölelerin! Özgür bir kul ve bireyim. Bendeniz hayatın dışındayım ve kimliğimde bağımsızım. Şimdi burada canla ve malla imtihan olunacaksınız deniyor. Deniyor mu? Evet, deniyor mu? Sarih ve beliğ bir şekilde ortada duruyor bu, malumu ilama lüzum yok. Biz imtihanı yok etmek mi istiyoruz, imtihandan kaçmak mı istiyoruz yoksa ne yapmaya çalışıyoruz? Bu soruları sormak ve sigaya çekmek zorundayım kendimi. Kimse üzerine alınmasın. Bu imtihana kimler tabi tutulur? Kısıtlı aklımla söyleyecek olursam şayet; ey iman edenler iman ediniz emrine muhatap olup gerçekten iman edenler tabi olur değil mi? Öyle değil mi? Öyle değilse nasıl? Gerçekten iman edenler yani imanın ne olduğunu ve neyi gerektirdiğini bilenler ve gerektirdiğini gerektiği gibi ifa edenler. Açık ve net, gerçekten iman etmiyorsan, kimseyi rahatsız etmezsin, kimse rahatsız olmazsa sende rahatsız olmazsın ve rahatsız olan hiçbir taraf yoksa gül gibi yaşayıp gidersin. Doğru mu? Yanlışsa buyur yüreğin yetiyorsa ispat et. Ama nasıl yaşarsın orasını bilemem, bilsem de söylemeye lüzum yok. Çünkü ne kadar iyi yaşarsan o kadar kötü (!) olursun, kötü olmaman gerekenlerin yanında bile kötü olursun, ne kadar kötü (!) olursan o kadar saldırıya maruz kalırsın, maruz kaldığın saldırıya ne derece direnirsen dünyadan o kadar kaybedersin, kaybettiklerine ne kadar sabredersen o kadar kazanırsın. Peki, biz ne yapmaya çalışıyoruz? Naçizane fikrimce bu ayete muhatap olmamaya çalışıyoruz, olmamak için her yolu deniyoruz. Kazandığımız dünyayı kaybetmemek için karakterimizden, kişiliğimizden, imanımızdan, izzetimizden, şerefimizden taviz üstüne taviz veriyoruz ve böylece bu imtihanın getireceği sümmehaşa belalardan (!) kendimizi kurtarıyoruz. Doğru mu? Doğruyu anlattırma! Hayatın dışındayız dediysek, hayatın içindeyken dışındayız dedik, hayattan sürgünüz demedik. Demir leblebi gibidir bazen şeyler, yutabilecek cesaretin varsa yutamaya tevessül et, bilakis geri git ve haddinizi bil? Biz gerçekten iman edip, o imanın gerektirdiği ya da zorunlu sonucu olacak imtihanla yüzleşmek mi istiyoruz yahut sahte imanla yaşayıp ne imtihana tabi olmak ne de tabi olacağımız imtihanın ödeteceği bedeli ödemekten kurtulmak mı istiyoruz? Ya da sümme haşa, imtihanı işlevsiz, anlamsız ve etkisiz mi kılmaya yelteniyoruz?  Elbette bu durumların sunacağı bir hayat var; biri sıkıntılı, ıstıraplı ama izzet, şeref, onur dolu bir hayat; diğeri de sıkıntısız, ıstırapsız ama zillet, cehalet, esaret, sömürü, sefalet dolu bir hayat sunar. Karar bizim, tercih bizim, kader bizim, hesap bizim, sonuç bizim…

 

Ey insançocukları! Bizler niye doğruya doğru, yanlışa yanlış diyebilecek cesaretimizi, bilincimizi kaybettik? Bizler bu yetilerimizi kaybettiğimizden beridir sömürülmekteyiz, ezilmekteyiz ve yaşamamaktayız ve bir türlü de yaşayamıyoruz. Hep birilerinin peşinde dolanıp duruyoruz ve bu durum bizleri biz yapan değerleri çok tehlikeli biçimde aşındırıyor ama fark edemiyoruz, çünkü böyle yapmak ve böyle yaşamak dünya düzleminde kazandırıyor. Kim olursa olsun yanlışına yanlış, doğrusuna doğru diyemiyoruz. Hakkı apaçık olarak olduğu gibi ortaya koyamıyoruz. Hakikate ihanet ediyoruz ve bunu normal görüyoruz ama bunu ifşa etmek ihanet telakki ediliyor ve tedricen her boyutta yozlaşıyoruz kötü şekilde. Sonrada nedamet gözyaşları döküyoruz. Allah’a ve kendimize ihanet içindeyiz ama fark edemiyoruz ya da menfaatimiz zedeleneceği için dile getiremiyoruz. Bizler, neye nasıl bir zarar verdiğimizi ihsas edebiliyor muyuz Allah aşkına? Bir nevi gizli putperestiz ama farkında değiliz. Oysa bizler, karşımızdakiler kimler olursa olsunlar, yanlışlarına yanlış, doğrularına doğru diyebilirsek, işte o zaman karşımızdakilerde ona göre tavır belirlemek zorunda kalacaklar ve böylece zaman içerisinde hem bireysel anlamda bir düzelme hem de toplumsal boyutta bir dirilme meydana gelecektir. Bilakis hem bireysel bazda hem de toplumsal boyutta çürümeler tezahür edecektir. Zira kim olursa olsun yanlışına yanlış, doğrusuna doğru dediğimiz ve hakikati hayatın tam göbeğine yerleştirdiğimiz vakit, karşımızdakiler bizlerin aldanmadığımızı ve böylece bizleri kolayca aldatamayacaklarını öğreneceklerdir. Binaenaleyh, bizler ne yaparsak yapalım, bu toplumu kolayca kendimize inandırabilir ve istediğimiz yönde yürütebiliriz inancından vazgeçmek zorunda kalacaklardır. Maalesef, bizleri cehaletimizden, kültürsüzlüğümüzden vuruyorlar ve bizlerde kolayca vurulabiliyoruz. Kendimizi değiştirmeye de bir türlü yanaşmıyoruz. Çok kötü yönden taarruza maruz kalıyoruz ve fasılasız yozlaşıyoruz. Özgün bakış açısından çok uzağız. İlla bir yere ait olacağız, bir yere bağlanacağız ve her şeye oradan bakacak, her şeyi o cepheden görecek ve her konuda oraya göre değerlendirmeler yapacağız ve oraya göre kendimize yol çizeceğiz. Oysa hakikat bağlamında böyle bir şey kesinlikle kabil değildir ve olamaz. Keza kul olmaklığımıza bile mugayirdir böyle bir yaşam. Bizler her şeye hakikat cephesinden bakmalı, hakikat temelli sorular sormalı ve sorgulamalar yapmalıyız. Çünkü bizler hiçbir kişioğlunun kulları değiliz, münhasıran Allah’ın kullarıyız! Bizim, sürgit karanlığın tam ortasında olmamızda, böyle yaşadığımız içindir.

 

Ey insançocukları! Bizler bir şeyi anlamadan ona inanıveriyoruz, yaşantımızda ki en büyük sakatlık burada. Önce bi anlayalım demiyoruz. Düşünerek, sorarak, sorgulayarak anlayacağımıza, duyuyoruz ve inanıveriyoruz, sonrada öyle bir bağlanışla bağlanıyoruz ki artık kesin inançlılar oluveriyoruz. Bir daha dönmek ne mümkün! Bir şeye inanmayagörelim, artık ona tapıyoruz. Onun yaşaması bizim yaşamamızın önüne geçiyor ve kendimiz için yapmadığımız fedakârlıkları o şey için yapmaktan imtina etmiyoruz. Kendimizi pisipisine feda ediyoruz ve bununla da övünüyoruz, oysa ne yaptığımızı bilmiyoruz, fakat bildiğimize inanıyoruz. Yani bilmediğimizi bile bilmiyoruz. İnsanlar arasında ki ilişkilerden haz alan var mı Allah aşkına ya da bir kültürel hamuleye istinat ettiğine inanan var mı süregiden insani ilişkilerin? O kadar banal, alelade ve sığ ilişkilerin tutsaklarıyız ki, bir türlü kurtulamıyoruz. Üst düzey bir iletişim kuramıyoruz, muhabbet edemiyoruz kadim kültürel temeller üzerinde. Farklılıkları tanımaktan, onları anlamaktan ödümüz patlıyor sanki. Basit kırgınlıklar, küslükler, alınganlıklar, başkalarına karşı örülen duvarlar vs. hayatımızı esir almış, iletişimizi kötürümleştirmiş. Selamdan öyle bir bahsediyoruz ve selamı öyle yüceltiyoruz ki, hayatımızda selama yer vermiyoruz çok yüce bir şey olduğu ve kirlenmemesi gerektiği için!!! Tıpkı adaleti o kadar yüceltip, göklere hasredip, yeryüzünde ondan bahsedilmesinin önüne geçtiğimiz gibi. Çünkü biz kendimiz değiliz ve kendimizi yaşamıyoruz. Birilerini putlar ediniyoruz, bir düşünce sistemini din ediniyoruz ve ona göre yaşıyoruz, onlar oluyoruz. Onlar olduğumuz için onları yaşıyoruz artık. Birini sevdik mi hiçbir hatasını göremiyoruz, adeta körleşiyoruz. Oysa sevgi kalpten gelir ve hayatın zorluklarını birlikte göğüsleyebilmek ve yenebilmek içindir, sevdiklerimizin hatalarını ve yanlışlarını örtmek için değil. Ama biz adeta birer temizleyici ve tapıcı olmuşuz. Kendimiz nezdinde kendimizin zerre miskal kıymeti harbiyesi yok ama başkaları kendimizde kendimizden daha değerli ve saygıya seza. Gün gelip bir şeyleri kaybettiğimizde de ağlaşmaya başlıyoruz. Bu yozlaşma nasıl oldu, bu insanlar niye bu kadar bozuldu, hayat niye sıkıcı gelmeye başladı, gençlik nasıl olurda kendini kaybeder gibisinden teraneleri terennüm ediyoruz ama yine de biz suçlu olmuyoruz hiçbir zaman her ne hikmetse. Bizler cahil ve zalim insançocukları olduk maateessüf!

 

Bir insan ve bir toplum hesap sorabildiği kadar vardır, yaşar ve yönetir. Eğer ki bir insan ya da toplum sormuyor, sorgulamıyor, hesaba çekmiyorsa, o insan da, o toplumda ölüdür ve zamanla canlı olan her şeyi de öldürürler. Hesap soran bir insan ve toplum, akıntıya kapılmış çöp olmaktan kurtulur ve akıntıya yön veren bir katalizör olur. Çünkü soran, sorgulayan ve hesaba çeken bir insan ve toplum diridir ve her şeyin diri kalmasını sağlar. Hesap sormak ölüme meydan okumak, yaşama davetiye göndermektir. Hesap sormak, korur ve yönetir! Belki yaşatır ama kendisi de yaşar ve asla yönetilmez, her daim yegâne yöneten olur. Çünkü bir yerden değildir sorulan hesap, her yerdendir. Ve hesap soran bir yerde donup kalmış olan değildir, her yeri tanıyan, bilen, her yerin doğrusunu yanlışını gören, tartan, ölçüp biçendir ve gereken cezayı gerektiği gibi verendir. Hesap sorulan yerde put olmaz, köle olmaz, tapınç olmaz, kesin inançlılık olmaz, önkoşullandırılmışlık olmaz, önkabul olmaz, önyargı olmaz. Mutlak bağlanışla bağlandığın zaman hesap soramazsın ama hesap sorulan olursun. Yönetmesi gereken olacakken, yönetilen, aldatılan, ezilen ve sömürülen olursun. Oysa insanlık bir bütün olmalı, münhasıran hakikate tapmalı ve karşısındakileri aynı çember içinde görmeli ve ayrım yapmadan hepsini acımasızca sigaya çekmeli hakikatle hakikatli şekilde, benden senden kavgasına girmeden. Zaten böyle kuru bir kavgaya girdiği için yönetilmekte ve kendisinden hesap sorulmaktadır. Karanlığın göbeğindeyiz ama aydınlığın ışıkları altında yaşadığımızı sanıyoruz. Yerin karanlığında yaşıyoruz ama gökleri de karanlık yapıyoruz kendimize. Sonra da akıldan bahsediyoruz, akıllı olduğumuzu sanıyoruz. Bizler yeryüzünde dolaşan ölü canlarız maalesef. Allah’ın kurtarıcılığına inanmadığımız kadar, şeylerin kurtarıcılığına inanıyoruz. Sonra da samimiyetten, dürüstlükten, temizlikten, kurtuluştan bahsediyoruz. İnsanlığa toz kondurmuyoruz ama insanlık bize konduğu zaman toz oluyor. Nasıl bir dünya, nasıl bir hayat, nasıl bir insan?

 

Kötülük yapılır, kimse ses etmez. Kötülük yaygınlaşmaya başlar, kimse ses etmez. Kötülük yayılır, yine kimse ses etmez. İsraf artar yine sükût. Haksızlık olur, sükût alışkanlık olmuştur. Her türlü güzel şey çirkin menfaate kurban edilmiştir, sükûtta demir atılmıştır. Evet, insan susar, susar insanlık ve ölür yaşatan ne varsa. Herkes uyumaktadır, uyanıklar uyanıklık peşindedir. Konuşması gereken kim varsa lal olmuştur. Çünkü ne bireysel bilinç ne de toplumsal bilinç aktiftir. Dünyadan bir şeyler bir şekilde her bir kimseyi bir yönden mankurtlaştırmıştır adeta. Mankurtlaştırma sessizce kotarılır. Ama herkesin konuşacağı o kadar mesele vardır ki, ne toplumu ilgilendirir ne de topluma bir şey sunabilecek şeylerdir o meseleler, münhasıran gönül eğlendirmekten, kafa keyfi yapmaktan başka şeyler değillerdirler. Ve gün gelir teker teker yıkılır ayakta tutan ne varsa insanı. Kalkmaya çalışmak beyhudedir, çünkü kaldıracak her şeyin kendisi yıkılmıştır. Ve daha ilerisi, sığınılacak tek bir liman bile kalmaz. Elinden alınır her şey ve sadece bakınılır. Çünkü kuvvetin kaynağı tükenmiştir ama kaybettiğimiz hiçbir şey yoktur dünyadan! Ve dünya yardım edemez, dünyayı kazanmak adına feda edilen şeylerin dirilmesine. Bireysel ve toplumsal bilinçlerini kaybedenlerin kazanacakları hiçbir şey yoktur, kazandıklarına şahit olunmamıştır. Bize ne oldu dediğinizde, biz ne yaptık demeyi unutmayın! Çünkü cevap zaten sorunun içindedir, tabi akledecek kadar aklımız kaldıysa. Öyle bir gün gelecek ki, bizim aleyhimize de olsa, insanlara hakikati söylettirmediğimiz için sonsuzcasına derin pişmanlıklar yaşayacağız ama hiçbir zaman son pişmanlığın fayda ettiği vaki olmamıştır.

 

İnsan; bedeli ne olursa olsun, neye mal olursa olsun, her şeyini kaybedeceğini bilse bile aklını kullanmaya cesaret etmelidir ve kendisi olmaya, yaşamı sorgulamaya azmetmelidir. Çünkü Allah, ona, kullanması için akıl gibi emsalsiz ve ulvi bir nimet bahşetmiştir. Bu âlemde o nimetin dengi olabilecek başka bir nimet yoktur. Aklını kullanmayanın insani mevcudiyeti düşmüştür, hükümsüzdür. O, yok hükmündedir. Belki vardır ama onda varolan başkasıdır ve onun varlığında başkasının varlığı görünmektedir, o ise varlığında varolanın varlığında yok olmuştur. Binaenaleyh, aklını satan insanlığını satmıştır ve insanlığını satan, yaşamı kaybetmiş, kör karanlığın kurbanı olmuştur. Bu dünyada aklımızı ne emanet edebiliriz ne de emanet edebileceğimiz tek bir kişioğlu vardır, bilakis aklımız bize emanet olarak bırakılmıştır, onu mahiyeti mucibince istimal etmemiz için. O kutsal emaneti korumak, kutsal kendimizi korumak demektir. Geçelim! Artık insan, eşek gibi başkalarının yüklerini taşımayı bırakmalı, insanlık yükünü omuzlamalıdır. İnsan, çalınan insani ve toplumsal bilincini yeniden geri almak ve onurlu bir direniş sergilemek için fasılasız mücadele içinde olmalıdır. Yaşam bir defalıktır ve tekrarı olmayacaktır. Öyleyse, kutsal yaşamını çalan ve kendisini tabir caizse bir eşek derekesine düşüren faşist emperyalizmle ölümüne kavga etmelidir, elbette haklı konumunu kaybetmeden ve hakkaniyeti elden bırakmadan. Zira kalırsa insanca yaşayacak, ölürse insanca ölecektir. Diğer şekilde adeta bir hayvan gibi yaşayacak ve ölecektir. Ama buna değer mi? Faşist emperyalizm, insanı önce iç cepheden vurur, aklını çekip alır, ruhunun direncini kırar, bilincini dumura uğratır, gövdesini meflûç eder, ondan sonra bünyesine sızar usu usul, nihayet onu öldürür. Yöntemlerini bitevi değiştirir, çağa ve koşullara göre strateji ve taktik belirler. Her kimliğe kolayca bürünür, zira insanlar farklı kimliklere sahiptir ve onlara hükmedebilmek için onların kimliğine bürünmek iktiza eder. Faşist emperyalizm, özünde bir sapıklıktır. Çünkü sadisttir. Yalanı hakikatmiş gibi, hakikati de yalanmış gibi sunar ve kabullendirir. Kalbe hükmeden tahkiki imanı taklidi imana tedvir eyler ve bunu sezdirmeden gerçekleştirir. Zihni hipnotize eder, bireysel ve toplumsal bilinci iğdiş eder, an gelir hak kılığına, an gelir batıl kılığına bürünür ve insanlara, mütemadiyen oyalanacakları oyuncaklar bulur her tarafta ve her sahada. Kullanmadığı ve kullanırken insanları sömürmediği tek bir değer bırakmaz ve gün gelir değersiz kalan insan kendiliğinden yıkılır, dizleri üstüne çöker kalır. Adeta bir değer öğütme çarkıdır faşist emperyalizm. İnsanlar kendilerine sunulan cezbedici oyuncaklarla vakit geçirirken, o, insanın ruhunu ve gövdesini baştanbaşa kuşatır ve her türlü mikrobu oralara zerkeder. Ruhunda ve gövdesinde mikropların yuvalandığı insan artık iflah olmaz. Ruhuna ve gövdesine her türlü hastalığın sirayet ettiği insan, önüne ne konursa yer, kulağına ne fısıldanırsa inanır, neyi görmek istiyorsa onu görür, aklını başkasının cebine koyuverir. Hayatını baştanbaşa putlar kaplamıştır ve artık edindiği putlara göre yol ve yön bulur. Kendi düşüncesi yoktur artık, öğretilmiş cümleler kurar, üretilmiş düşünceleri tekrar eder durur papağan gibi, inandığı yolda değil doğru olduğuna inandırıldığı yolda yürür. Nihayet; insanlık ölür, insanın öldürüldüğü yerde! Aklı başından alındığında ölen insan, aklını başına geri koyduğunda dirilecektir ve tüm gizli kalmış ya da üzeri örtülmüş gerçekleri sarih ve beliğ bir şekilde görmeyi başaracak, yaşama yeniden gülümseyecektir ve yaşam beklemeden gelecektir kendisine. Aklımızı yerine koymaya ve yaşamla buluşmaya cesaretimiz var mı? 

Tarih: 16.06.2019 Okunma: 740

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?