ALLAH'INDIR...

Özgür DENİZ - 09.02.2018

Şimdi; bu dünya Allah’ın değil mi? Bi dünya var. Var değil mi? Görüyoruz, algılıyoruz, hissediyoruz, düşünüyoruz, üzerinde yaşıyoruz. Gökyüzü ve yeryüzü diye tavsif ettiğimiz şeyler arasında. Vücut bulmuş, sayısız mevcudiyete malik fenomenlerin kapladığı bir yer bu dünya. Garip bir yer ve garip bir şey! Var yani, var edilmiş ve her var edilenin bir var edeni vardır. Her eserin bir müessiri elbette ki vardır. Hiçbir sonuç yoktur ki, sebepten bağımsız olsun. Ve adına dünya dediğimiz şeyinde bir var edeni var ve o var eden; Allah’tır. Aklımızı en dibine değin zorlasakta başka done yok yani sorgulama yapacağımız yer kalmadı. Hayır, daha ne kadar derine inebilir ve nasıl anlamlı soru sorabiliriz ve sorgulamamız ne kadar akıllıca olur?

 

Esasta dünyayı halkeden ve halkettiği mülkün altyapısının sahibi olan Allah değil mi? Öyle yani. Öyle değilse ne? Şimdi bu dünya olmasaydı mülk diye bir şey de olmazdı. Olur muydu? Bir an doğayı yok farzedin, bir an kendinizi yok farzedin. Edebiliyor musunuz? Edemezsiniz, çünkü böyle bir farzediş muhaldir, absürttür. Tıpkı bunun gibi mülkü de dünyadan bağımsız düşünmek muhaldir, absürttür. Çünkü mülkün altyapısı, mahiyeti mucibince dünyadır yani doğa denilen devasa tarladır. Tüm mülk, doğa denilen devasa tarladan tezahür etmiyor mu? Aynen öyle. Ama bir de gökten düşenle. Haddizatında gökte, kendisine verileni geri vermektedir bir başka bakışla. Burada her şeyin bir geri dönüşüme tabi olduğu tezahür ediyor sanki en diplerde spontane olarak. Çünkü yer göğe verirse, gök doğaya verirse, doğada bize vermektedir. Elbette ki, insan tavassutu ile ve bir emek neticesinde. Ter, yaş, kan akıtarak tabiatıyla. Doğa denilen tarlanın vermesi için, insan tarafından işlenmesi iktiza eder. Mülk dediğimiz şeyin tüm tezahürleri, doğa üzerinde ve doğa denilen devasa tarladan elde edilmiyor mu? Her türlü mülk, taşınan ya da taşınmayan, doğa denilen devasa tarla üzerinde var ya da yok değil mi? Öyleyse mülk denilen olgunun kaynağı Allah’a aittir. Demek ki mülkiyet sahibi Allah’tır. Elbette ki; Allah, sahibi olduğu mülkü kullanacak değildir, kullanması için insanın emrine vermiştir denilebilir ve kuşkusuz haklıda olunur ama burada ince bir detay vardır ve bizim için mevzubahis olanda o detaydır. Yani mülkten istifadenin, mülkün maliki olan Allah’ın farkında olunarak kabil olacağıdır. Burada da aklın varacağı son nokta burası. Temeli hallettik. Geçelim!

 

Şimdi bu doğa denilen tarla bizlerin emrimize sunulmuş mu? Yani insandan başka kim bu doğa tarlasını işleyebilir? Herkes gücü nispetinde çalışacak, çalıştığı kadar kazanacak, kazandığınca da yaşamını idame ettirecek öyle mi? Öyle yani. Öyle yani de, herkesin de özgürce çalışacağı, işleyebileceği ve kazanacağı ve dahi sarf ettiği emeğin karşılığında hak ettiğini alacağı bir durum olursa mümkün olur bu. Dini, mülkü, erki inhisarlarına alanlarca handikap teşkil edilmemesi iktiza eder. Yani Adalet! Yani mülkün sahibi olan Allah’ın adaletine tabi olmak neticesinde tezahür edecek hakikat. Mülkten, adalet temelinde istifade etmek. Ki, erkin sahibi de Allah değil miydi? Ki, mülkün erki ele geçirmesi, erkinde adaleti kendi lehine işletmesine yol açmaktadır. Mutlak mülkiyetçiliğin olumsuz tezahürleri! Yani çalınan mülkün ürettiği sefaletler, kölelikler, pislikler. Peki, doğa denilen tarlayı birileri parsellerlerse ne olur? Oradan güç kesbederlerse ve buradan da kesbettikleri güçle yeniden doğa tarlasını parsel parsel inhisarlarına alırlarsa nolur? İşte hemen bir iki cümle öncesinde ifade ettiğimiz şey olur ve olmaktadır maateessüf. Ya da şöyle diyelim, mülk; mutlak telakki edilince ve mutlak telakki neticesinde tekelleşince, tekelleşen mülk; politikayı, maneviyat sahasını yani dini, silahı ve yasayı ele geçirince ne olur, nasıl olur? Politika da, din de, silahta, yasa da tekellerin lehine işler ve öyle de zaten. İşte en dipte dünya denilen tarlada tebeyyün eden sıkıntıların kıvılcımlandığı nirengi noktası burasıdır. Mülkiyetin tezahür ettiği anda bu sorunlarda spontane tezahür etmişlerdir.

 

Filhakika tıpkı mülkün olduğu gibi, erkinde, dininde sahibi Allah’tır. Amma velakin Kabil’in soyu mülkü inhisarlarına alınca, erki de, dini de ve yan alanları da inhisarlarına almışlardır ve her olguyu kendi lehlerine olaylaştırmışlardır. Hayata etki eden yasaları kendi arzularına göre tanzim etmişler, bunun neticesinde kendi istekleri istikametinde hayatı da dizayn etmişlerdir. Silahta bunların mülklerinin muhafızı olarak algılanmıştır adeta. Allah’tan kopan her şey, insanı yurdundan koparmakta ve hakkından mahrum etmektedir. Yani mülkte, dinde, erkte çalınmıştır ve nefsi arzulara göre kurgulanmıştır. Dinde, mülkte, erkte ele geçirilmiştir tekellerce ve Allah ve kölelik, yönetilmek zayıflara bırakılmıştır. Tıpkı Victor Hügo’nun dediği gibi; ‘’zenginler, fakirlere Tanrı’dan başka bir şey bırakmadılar.’’ Haddizatında bu mevzuda bu olgulara da yani erke ve dine de temas etmek iktiza eder teferruatlı olarak ama bu şimdilik pek kabil-i mümkün olmayacak gibidir. Zira hem zaman, hem yer ve hem de yazının uzaması gibi sorunlar tevlit edecektir o zaman.

 

Yani burada erk ile mülk dönüşümlü olarak birbirlerini beslemektedirler gibi bir çıkarsama yapılabilmektedir. Böyle bir çıkarsama yapılabilmekteyse bunun yapılabilmesine yol açan bir de done vardır illaki. Diğerleri nerede çalışacaklar, nasıl kazanacaklar? Mülkiyeti monopollerine geçirenler, filhakika köleliğinde yolunu açmış olmaktadırlar zımnen. Yani mülkiyet uğruna diğerlerinin yaşama alanlarını daraltmaktadırlar. Bu da demektir ki, diğerleri sömürülmeye mahkûmdur. Kölelik mevhum olarak mübalağalı gelebilir direkt ifade edildiğinde ama hiçte mübalağalı gelmesin çünkü hakikat budur. Kölelikten ne anladığınıza, köleliği nasıl anladığınıza ve köleliği nasıl tavsif ettiğinize bağlıdır bu çıkarsama. Çünkü ele geçirilen mülk ile insanlar üzerinde bir hegemonya tesis edilmektedir dört bir yandan ve insanlar adeta köleleştirilmektedirler. İnsanlar handiyse helal çerçevesinde kalarak bile hak ettiklerine mülaki olamamaktadırlar. Çünkü tüm yollar mülkün tekelleştiği ellerce kapatılmıştır. Doğa tarlası ele geçirilince, insanlar, çalışacakları, üretecekleri ve kazanacakları kaynaklardan mahrum kalmaktadırlar. Bu durum da, kaynakları ele geçirenlerin müstekbirleşmelerine, insanlık üzerinde kendilerini efendi olarak tanımlamalarına ve bu rolle, hayatı sil baştan yeniden dizayn etmeye ve insanların kaderlerini belirlemeye cüret etmelerine yol açmaktadır. Haddizatında, kölelik, zımni değil aşikârdır ama toplum bilincine göre zımnidir.

 

Şimdi her şey doğa denilen tarladansa ve doğa tarlasının maliki Allah ise, bu tarladan herkes istediği gibi mi almalıdır, alabilir yoksa herkes hak ettiğini mi almalıdır, alabilir? Elbette herkes istediği kadar alamaz, almamalıdır, çünkü bu varoluşun yasalarına mugayirdir, münafidir. Mülkiyetin gücünün gölgesinde yasa yapıcıların yasalarına göre böyle bir şeyin normal olması hakikati değiştiremez. Bir taraf güçlü olduğu için istediği kadar kendine pay alabilir, diğer taraf güçsüz olduğu için, güçlü olanın verdiğine razı olmalıdır diye bir yasa var mıdır varoluşun kökeninde? Böyle bir şey muhal ender muhaldir.

 

Şimdi, kompradorlar; emekleriyle, terleriyle, yaşlarıyla, kanlarıyla mı servet edinmektedirler yoksa güçlerini kullanarak çaldıkları yoksulların haklarıyla mı? Burada garip ve derin bir tenakuz var sanki. Şimdi gücü ele geçirdiğiniz zaman direkt olarak sermayeye giden yollarda spontane açılmaktadır. Tabi öncelikle sermaye tarafından erk ele geçirilmektedir. Ele geçirilen erk ile sermayeye giden yollar açılmaktadır. Yani dönüşüm mevzuu! Yasalar da sermayenin yedeğinde yürümektedir. Ekonomi masası da adeta bir kumar masası konumuna geçiş yapmaktadır. Yoksullar istedikleri kadar emek ve efor sarf etsinler, yaş ve ter akıtsınlar fark etmemektedir. Tabiymiş gibi görülen süreçlerle yolları kesilmekte ve zımnen haklarına el konulmaktadır.

 

Servetin nasıl edinildiği sorusu çok önemlidir, çünkü sorunun nasıl çözüleceğinin yolunu gösterecektir. Çok ince, derin, teferruatlı olarak düşünmek iktiza ediyor tam da burayı!!! Doğa çok zengin ve herkes için bir sofra ama doğanın kanunlarını çiğneyerek ve doğayı katlederek her şeyi inhisarlarına geçiren kompradorlar doğayı da, insanı da fakirleştirmektedirler, fakirleşmek köleleşmeyi intaç etmektedir. Cipler alınmakta, jetler alınmakta, yatlar alınmakta, şatolar alınmakta, israf derecesinde tüketilmekte ama açlıktan ölenler umursanmamaktadır. Akıttığı terin, yaşın, kanın ve sarf ettiği emeğin karşılığını alamayanlar dikkate bile alınmamaktadır. Yahut canı çıkasıya değin çalışıp yorulma mukabilinde hak ettiğini alamayanlar önemsenmemektedir, görülmemektedir. Dünyada hiç olmayacak şekilde, hiç olmayacak yerlere akıtılan paralarla, belki de açlık yok edilebilir, ölenlere yaşamak sevinci tattırılabilirdi ve hak edenlere hakları olduğu gibi sunulabilirdi. Kimin umurunda? Umurlarında olmayanların umurlarında oldurulmalıdır amma!!! Tabi zekâmıza, bilincimize, ahmak olup olmadığımıza bağlıdır bu durum.

 

EKSTRA:

 

‘’’’Göğün altında niçin yoksulluk var? Rabbe ait olana –bizim- dediğimiz için.’’’’

 

Muhammed İkbal

 

‘’’’En tepede sömürülerek, çalınarak biriktirilmiş para. Altında çalınmış iktidar-güç-erk. Altında tahrif edilmiş, çalınmış din. Altında gasp edilmiş, ele geçirilmiş ateş. Altında yiyip içip kusan salyalı itler. Altında yani en altta; ter, kan, yaş akıtan, emek sarf eden, canı çıkasıya ve yıkılasıya çalışan, hakkını asla alamayan, üstündekilere hizmet eden ezilenler ve sömürülenler.’’’’

 

Bendeniz

 

‘’’’Uyumamak demek, soru sormak demektir. Zaten cevabı bulsa insan, uyuyabilecek.’’’’

 

Franz Kafka

 

‘’’’Suskunlukla geçiştirilmiş tüm hakikatler zehirlenir.’’’’

 

Nietzsche

Tarih: 09.02.2018 Okunma: 692

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?