VARLIĞIN YARATILIŞI...1...

Özgür DENİZ - 01.02.2015

Kaotik bir hayatın kıskacındayız. Bunu duyumsuyoruz. Böyle bir hayatta zordan kaçmak, kolayı seçmek insanlara cazibeli geliyor. Edebiyat parçalamak, felsefe yapmak gibi deyimler hepimizin malumudur ve insanlarında gururunu okşayan şeylerdir bunlar. Din dünyasının dışında bulunmakta insanları farklılık psikolojisine sokuyor ve böylece insanlara hoş geliyor (cahilce bir hoşnutluk!). Din dünyasının dâhilinde yaşayanlar ise, alelade, klasik ve bilindik karakterlermiş gibi algılanıyorlar. Aynı şey din kitabı içinde geçerlidir. Zaten okunmaması, üzerinde düşünülmemesi de bunu göstermektedir. İnsanlar sanki dinin kitabını biliyorlarmış gibi hareket etmektedirler. Sanki Kur’an’ı hatmedip, yutmuş gibi bir tavır içerisindedirler. Yoksa dinlerinin kitabını daha çok, sair kitapları daha az okurlardı. Oysa bu katıksız cehaletin en keskin hüccetidir. Bu durum en arka planda bir algı operasyonudur. Küresel bir tezgâhtır. İnsanlar bilmiyorlar! Din dünyasının dâhilinde bulunsanız bile, sair dünyalardan iktibaslar yapmanız da, kısmi esintiler sunmanızda, yine sizin farklı olduğunuzun kanıtı olacaktır, mutlak olarak din dünyasının dışında bulunanlar kadar olmasa da. Maalesef bu şeytani operasyon tutmuştur ve başarı kaydetmiştir. İnsanlığın dinden uzaklaşmasının en önemli sebeplerinden biri de bu yanlış algıdır. Din dünyasında yaşamak, insanlara sıradan bir şeymiş gibi algılatılmıştır. Dinden uzak yaşamak ise, güya farklılıkmış gibi sunulmuştur. Toplum içinde kaybolmadan ve erimeden insanların hayatlarına derinden bakarsanız bunu muhakkak hissedersiniz. İnsanlar kendilerini, dinden uzak oldukları için, farklı olarak görmektedirler. Aydınımsılar niçin kuru gururun esiridirler ve güya her şeyi bildiklerini iddia ederler ve en ilerici olarak kendilerini görürler? Çünkü dine yabancıdırlar da ondan. Dine yakınsan gericisindir, uzaksan ilericisindir. Ne tezgâh ama!

 

 

Toplum dinden uzaklaşmışsa, dize uzaklığı marifetmiş gibi telakki eder. Dinden uzak olanlar daha bir üstünmüş gibi görülürler. Sanki yönün ve yolun tayin edicisi onlarmış gibi anlaşılırlar. Profon bir yaşam sürenler daima dikkat çekici olurlar, haddizatında böyle olmaları sağlanır ve sağlanmıştır da. Ki, böylece toplum dinden daha da uzak kalsın. Oysa asıl dikkat çekici olması iktiza eden ve farklılık yaratan, pespaye bir dünya yaşamında dindarane yaşayabilmektir. Dindışı yaşamak ise alelade, sığ yaşamaktır. Yığınların yaşamıdır böyle yaşam. Çünkü mesuliyetin yoktur, sorumluluğun yoktur, yat, kalk, ye, iç, gez, eğlen, seviş; bu çok sıradan bir yaşamdır. Ama insanlar böyle yaşamı çekici, bu şekilde yaşayanları farklı görmektedirler. Bunun sebebi, toplumun dinden iyice soğutulmuş olmasıdır. Din dünyası dışında kalanlar topluma hep üstünmüş, aydınmış, ilericiymiş gibi sunulmuştur. Toplum da cahil olduğundan bu zımni dayatmaya kanmıştır. Bir de bu türlerin görünürde sayıca az olmaları ve sürekli sonuçsuz başkaldırı tavrı içerisinde olmaları, bu cazibeyi kuvvetlendirmiştir.  Bu bilinçli ve şuurlu olarak enjekte edilmiş aşağılık kompleksinin sonucudur. Egemen güçler, toplum önüne bitevi bu türleri çıkarmışlar, bunlara zımnen üstünlük payesi vermişler, her alanda bunları taltif etmişlerdir. Binaenaleyh, toplum bunların bu halinde bir hikmet aramıştır, bu türler karşısında adeta büyülenmişçesine kuzulaşmıştır. Sözü çoğaltmak ve çoğalan sözle beyinleri allak bullak etmek maalesef para ediyor. Berrak hakikati izhar etmek ise anlamsız kalıyor.

 

 

Bazen bir şeyle her şeyi söylersiniz, bazen de çok şey söylersiniz amma hiçbir şey söylemezsiniz. Hakikat açıktır. Yalan ise kapalıdır, belirsizdir. Bilakis yalanlarla insanları aldatamazsınız. Belirsizlik çekici gelir bazen. Bu yüzden de celbeder. İşte din dünyası dışında yaşayanların yaşamları genelde bu şekildedir. Bitevi kapalı konuşurlar, belirsiz laflar sarf ederler. Birde bu belirsizlik bilinçsizlikle birleşirse işte o zaman felaket gelir dayanır kapınıza. Açık konuşan pek rağbet görmez toplumda, ama kapalı konuşanlar daima dikkat çekici olurlar ve toplum temayül gösterir bu tür konuşmalara. Bu tür söylemler genelde akademi dünyasının ve ideolojik baronların söylemleridir. Bazı kişiler, klikler vs. güya çok önemli şeyler söyledikleri iddiasıyla üst perdelerden konuşurlar ve sözde ünlü filozoflardan alıntılar yaparak laflarlar ya ve lafları hep kapalıdır ve belirsizlik yüklüdür ya, toplum bu türleri filozof zanneder ki bunlarda zaten bu yüzden böyle konuşurlar. Şöyle demeniz istenir haddizatında; bu adam uçmuş abi, resmen filozoflaşmış. Cehalet her şeyi mahvediyor. Ahmağı akıllı, akıllıyı ahmak gördürüyor. Şu denmiyor; kardeşim biz senin soğuk ve boğuk felsefi absürtlüklerin içinde niçin kaybolalım, beynimizi niçin yoralım? Hayır, yine edebiyat parçala, felsefe yap amma açık konuş, net kelimeler kullan ve meramını direkt olarak söyle diyen yok. Yooo adam büyük laflar edecek ki, büyüksün abi denilecek, topluma hedef tayin eden kişi haline gelecek. 

 

 

Bizler hayatımızı çok büyük(!) lafların sırlarını çözmekle geçirdik, o büyük lafların sırlarını çözmeyle iştigal ederken büyük hakikatleri unuttuk maalesef.  Oysa ömür gibi harikulade bir hediye bunun için lütfedilmemişti bize. Velâkin burada ki derin tezgâhı fark edemiyoruz. Çok büyük (!), kapalı ve dahi belirsiz laflar edilsin ki, insanların beyinleri allak bullak olsun ve o laflarda ki sırları çözmekle iştigal ederlerken, asli görevlerini unutsunlar, gerçek işlerinden uzaklaşsınlar ve daha tehlikelisi ulvi hakikatlere karşı derin bir şüpheyle yaklaşmaya başlasınlar. Hayatta öyle değil mi; birileri ne kadar belirsiz laf ederlerse herkes oraya doğru koşuyor, açık olana koşan yok hiç. Ve o belirsizlikte kaybolup gidiyor ve bizde belirsizleşiyoruz. Filozoflar da anlatırlar, Peygamberler de anlatırlar. Aradaki fark, birinin sade ve olabildiğince açık olması, diğerinin ise karmaşık ve olabildiğince kapalı olmasıdır. Bir filozof ne demiş bakınız; ‘’bizimkilerde Tanrı’dan bahsediyorlar, Peygamberler de Tanrı’dan bahsediyorlar. Benim, bizimkilerin anlattıkları Tanrı’ya ihtiyacım yok.’’ Bizler ise tam tersini diyoruz maalesef. Çünkü bizler aklımızı kullanamayacak kadar alıklaştırılmışız. Bu filozof niçin böyle bir şeyi söyleme ihtiyacı hissetmiştir acaba? Bunun hücceti de Hadid Suresi 25. Ayettir bendenize göre. Çünkü insanlık önderleri olan peygamberleri kesin kanıtlarla gönderdiğini söylüyor Rabbimiz. Yalan ile gerçek bir olur mu bebeğim!? Kimliğini öylesine taşımak var, samimi taşımak var. Riyakârca yaşamak var, namusluca yaşamak var. İstemiş olmak var, istemek var. Bize gelen, bizden olan bir Önderimiz var ve kesin kanıtlarla gelmiş ama biz gidiyoruz belirsizlik girdaplarında kayboluyoruz. Ne denir buna? Arzuladıklarımıza mülaki olsak her neyse, onu da beceremiyoruz. Sahi bu akıl işi midir? Bir aydınlık yol var, bir de karanlık yol? Aydınlık yolu bildiğimiz, gördüğümüz, hissettiğimiz halde bile isteye karanlık yola girmek nedir Allah aşkına? İşte insanlık ailesinin hakiki önderlerinin ezelden ebede hatırlanmalarının, Onlara güven duyulmasının, sonsuz sadakat beslenmesinin, son nefese kadar sürecek bağlılığın ve eksilmeyen mutlak sevginin saf nedeni budur. Onlardan sadır olan her söz mutlak hakikattir. Onlar asla ve kata nefisleriyle konuşmazlar, hırsları, tutkuları, istekleri adına insanları kullanmazlar ve kesinlikle aldatmazlar. İnsanlık ailesinin hayrına olmayan hiçbir iş yapmazlar, hiçbir söz etmezler. Aksi bir durumun meydana geldiğini hiçbir insan teki iddia edemez, ispat edemez, badema da edemeyecektir. Dünya da hakikatten daha güçlü bir şey yoktur bebeğim! Âlem de Allah’tan sonra en güçlü olarak devlet vardır, devlet bile hakikat karşısında acizdir. Gerisi angaryadır, safsatadır. Geçelim!

 

 

Keşke düşünmeyi bir becerebilsek. Bir tartabilsek her okuduğumuzu ya da okuyabilsek bir. Yıllarca beynimiz dünya klasikleri denilen bomboş kitaplarla resmen lebalep doldu. Onları okuyanları alkışladık hep, sitayişe boğduk. Biz alkışladıkça, herkesi zımnen oraya yönlendirdik. Beşer kitaplarını okumayı, onlardan alıntılar yapmayı pek seviyoruz. Çünkü aşağılık kompleksine tutulmuşuz. Abi ya adama bak, valla büyük adam, neleri okumuş diyecekler ya. Ki zaten genelde bu iltifatları almak, alkışlanmak için okuyoruz, asla anlamak için, düşünmek için değil. Bu yüzden de öğrendiğimiz hiçbir şey olmuyor. Okumamız derin olmayınca sığ hayatların mahkûmu oluyoruz. Alçakgönüllü olacağımıza kibre tapıyoruz. Gündelik hayatımız bu örneklerle lebalep. Gerçekte ise sıradan, alelade şeyler bunlar. Bir kamyon kitap okumanın anlamı yoktur, klasikleri yutmak seni adam etmez bebeğim. Anlamlı ve değerli olan şey; okuduğun bir sözü, kitabı idrak edebilmek, ruhunun derinliklerinde hissedebilmek, tefekkür süzgecinden geçirebilmek, temelli bir tahlilini yapabilmektir ve son tahlilde; tüm bu eylemleri bir ideal ekseninde ve kadim köklerin temelinde gerçekleştirebilmek, en son tahlilde de; hayatlaştırabilmektir. Yabancı adamları okuyan biraz daha kaliteli olmuyor bebeğim! Tek bir istisnasını gösterebilir misiniz bana böyle bir durumun. Aksine, vallahi, billahi, tallahi daha da kıymetsizleşiyor, çünkü ruhun kaybedildiği kitaplar, ruhunu boğuyor ve yok ediyor, ruhsuzluk ise yokluk demektir. Yığına dönüşmektir. Dik duran bedenler, içinde ruh olan bedenlerdir. Bizim diye bildiğimiz aydın yaftalı züppeler, niçin kendi dinlerine, devletlerine, milletlerine, vatanlarına ve ümmetlerine yabancıdırlar Allah, vatan ve namus aşkına? Çünkü hayatları hep yabancıları okuyarak geçmiştir de ondan. Yabancıyla yatıp kalkan eninde sonunda yabancılaşır bebeğim! Hayata yabancı değiliz ki, gerçeklere yabancı olalım! Masalları çoktan unuttuk ve büyümedik hikâyelerle. Hakikatler besledi bizi ve dirildik, güçlendik, direndik hakikatlerle.

 

 

Sıkıntı nerede biliyor musunuz dostlarım? Öğrenmek ama anlamamak. Ama ideal olan bilginin kendisi değildir, o bilginin bir eyleme aracılık etmesidir. Bilgi kolaydır, zor olan eylemdir. Bu da yani münhasıran öğrenmekte neyi doğruyor biliyor musunuz? Eylemsizlik. Çünkü her eylem, anlamanın çocuğudur. Hani bir bilgin diyor ya; ‘’eğer toplumu sarsmak istiyorsanız, hissediniz.’’ Anlamak, hissetmektir. Öğrenmek ise sadece bilmektir. Hissizlik, kısır mantıkçılığı tevlit eder. Eylem yoksa olan bir şeyde yoktur. İnsan, Tanrı’nın eylemdir dostlarım. Hissetmek ve anlamak ne demektir bilir misiniz, beyindekinin kalbi, kalptekinin beyni etki altına almasıdır. Beyin ve kalbin eseri, tüm organlarımızda tebeyyün etmiyorsa şayet, öğrendiğimiz, bildiğimiz her şey boştur, anlamsızdır. Öğrenen beyin, anlayan kalptir. Buradan da anlaşılıyor ki, eylem kalbin eseridir. Rabbimiz ‘’kurtuluvereceğinizi mi sandınız iman ettiğinizi söyleyerek’’ demiyor mu? Keza Önderimiz (sav) demiyorlar mı; ‘’imanınızı tamamlayan şey salih amellerinizdir’’ diye?

 

 

Konuşuruz ve konuşuruz, mütemadiyen konuşuruz. Ama bu konuşmaların çok azı eyleme dönüşür. O dönüşüm de kırık dökük olur. Bitevi güzellik, felah arzularız ama bu isteklerin içinde asla samimiyet, içtenlik bulunmaz. Felah isteriz ama kaynağı nedir bilmeyiz, kaynağı bulabilirsekte derinliğine inmeyiz. Derinlikte boğulmaktan korkarız, bu yüzden de inmek isterken aslında hiç inmek istemeyiz, sığlık hoşumuza gider. Yerli olan cezp etmez, tahkir ve tezyif ederiz yerliyi. Yabancı olanın cazibesi bizi fetheder ama biz fethediliriz, fethedemeyiz. Fethedilmek kaybolmak demektir, kayboluruz ve tükenir gideriz. Filhakika tüm gövdemizle sahtekârız, riyakârız. Yerli kalanı ve yerli olanı çok basit görürüz, ondan uzak kalmayı tercih ederiz. Yabancılaşanı ve yabancıya meyledeni üstün görürüz. Haddizatında bizim acı hikâyemizdir bu. Derin bir aşağılık kompleksi içindeyiz bir asırdır. Kime karşı? Kendi kendini terk edenlere karşı. Bu şahıs bazında da, millet bazında da, devlet bazında da böyledir ne hazin ki. Bu tavır nereden tevlit etmektedir? Kendi kendini tanımamaktan.  Ne kendimizi tanıyabildik ne de kendi tarihimizi sevebildik. Dinimizi de, milletimizi de, ülkemizi de, devletimizi de sevemedik gitti. Bir yabancı aşıyla tüm mukaddeslerimizi kaybettik. Komünist, faşist, egzistansiyalist,  nihilist vs. teorisyenleri ve dünya klasikleri diye bildiğimiz eserleri hatmetmek zorunda değildik ve değiliz oysa. Okuyunca kanat takıp uçmuyorduk. Allame-i cihan olmuyorduk. Daha yüce bir insanlık mertebesine yükselmiyorduk. Farklı bir tür olmuyorduk. Üstün kabiliyetlerle mücehhez kılınmıyorduk. Evrenin en mesut insanı olmuyorduk. Bilakis tam tersi oluyordu her şey. Bunları bilmediğimiz zaman, bunlarla ilgilenmediğimiz durumda ahmak, alık, cahil bir insan mı oluyorduk? Hayır. Hayatın yabancısı, ilmin cahili mi oluyorduk? Hayır. Bilme yabancı mı kalıyorduk? Hayır. İnsanlık bunlarla mı yücelip, yükselip, terakki kaydetmişti? Hayır.

 

 

Çok uzun yıllar insanlığın kaderine etki eden egemenler kimlerdi? Bu egemenler kimlerden beslenmişti? İnsanlığın zihnine etkide bulunan ve insanlığı yönlendiren yabancı ya da yerli medya zihniyet olarak kimin çocuklarıydılar, kimleri okumuşlardı ve bu millete empoze ettikleri kitaplar hangileriydi? Peki, ne haldeyiz? Nesillerimiz, devletimiz, milletimiz, ülkemiz ne haldedir? Söylediğimiz zümreler bize, bizim dünyamıza yabancı olan kimselerdir ve bitevi kendilerinin hayranı oldukları şeyleri empoze ederler, yaşam tarzı, kitap ve aydın olarak. Bu zümreler güya üstündür ya ve dünyaları ileridir ya, peki bu millet niçin bunlar gibi değildir? Ya bu millet çok cahildir ya da bunlar çok cahildir. Ama bu millet değil, bunlar zırcahildir. Aşağılık kompleksiyle lebalep tiplerdir. Bunlar zavallı insanlardır. Başkası olmakla adam olunacağını sanacak kadar zavallı tiplerdir. Biz bunları hep hayretle izledik. Çünkü bunlar yabancıları okuyordu, adeta hatmetmişlerdi, yaşamları farklıydı güya. Bu yüzden bunlar hep bir bilen oldular, hayatı belirleyen ve tayin eden oldular, din bile bunlardan sorulurdu ama ne hikmetse dinden bihaberdiler. Ama bunlar okumuş insanlardı ya, dini de bilen bunlardı. Milletin nasıl yönetileceğini, milletin ne yiyip ne giyeceğini bilen bunlardı. Çünkü bunlar Dünya Klasikleriyle beslenmişlerdi. Bunlar Batılı aydınları yutmuşlardı. Bunlar özlerine, sözlerine, köklerine düşmandılar. Ne acıdır ki, bizde hep bunları sevdik, bunları saydık ama kendi dünyamızdan beslenenleri adam yerine koymadık, sıradan gördük, tahkir ve tezyif ettik. Zira böyle aşılandık ve alıştık. Ne elde ettik? Koskoca bir hiç. Bitevi kötülüklerden şekva ettik. Oysa kötülükleri kendimiz davet etmiştik. Ama serde mürailik olunca bilmezlikten gelmek zor olmuyordu. Yerli besinleri reddettik, yabancı besinleri yiyince karnımız ağrıdı. Karnımız ağrıyınca da bağırmaya başladık. Hakikaten sahtekârız. Kolay erişilenin hiçbir değer sunamayacağını idrak edemedik. Çözüm bellidir ama bilmezden geliyoruz. Zira çözüme götüren yol dar, ıstıraplı, fırtınalı bir yol. İşte kaçtığımız ve korktuğumuz yer de burası. Kork, kaç ve ödül arzula, işte bu haysiyetsizliktir bebeğim! Bedava tatlı gelebilir ama karnını ağrıtınca da bağırmayacaksın. Sıkıntısız hayat yoktur. Bedel ödemeden ödül ummak hamakatlıktır. Cahiliz ama insanlar cahildir deriz. Çünkü cahilliğimizden bihaberiz. Ne ahlaklı yaşamakta gözümüz var, ne aşığıyız hürriyetin ne de adalet arzuluyoruz. Külahım gülmez acır, isteklerinizi duysa. İsteyen, istenilenleri vermek zorundadır bebeğim! Vermeden alınmaz ki! Hayata ver ki bir şeyler, versin hayat sana da bir şeyler. Dürüstlük güzeldir, asilleştiricidir. Komünizmi, faşizmi, nihilizmi, anarşizmi, egzistansiyalizmi hayatımın hangi yönünde kullanacak ben? Saçma sapan başkaldırı için mi? Sessiz sedasız bir köşede hayatıma son vermek için mi? Aklımı kaybedip hayattan tamamen soyutlanmak için mi? Kendi özüme ve milli kimliğime yabancılaşmak için mi? Değerlerimi, töremi, mukaddeslerimi inkâr etmek için mi? tarihime ve ceddime küfretmek için mi? Söyleyin lütfen nerede kullanacağım?

 

 

Kim, dünya hayatımızın sonsuz olduğunu iddia edebilir? Hayatımız fanidir. Bu beden elbet çürüyüp gidecektir. Sonsuz olan ruhtur. O da bize ya karanlığı ya da ebedi aydınlığı sunacaktır. İşte bu hayatı fani şeylerle fanileştirmek mi yoksa baki olanlarla bakileştirmek mi, hangisi daha iyidir? Hayatımızda ki en zor tercihtir bu. Çünkü yolumuzu da, yönümüzü de bir yerde bu tercih belirleyecektir. Ömrümüz kısa olduğu için kullanacağımız bilgiler de çok azdır haddizatında. Biz ihtiyacımız olanı bilmiyoruz sadece. Nefsimiz hep ihtiyacımız olmayan şeyleri istetiyor bize. Bize bırakılan iki asli ve ulvi emanet vardır. Onlar da Kitap ve Sünnettir. Ne istiyorsunuz da bunlarda bulamıyorsunuz? Ya da ne istiyorsunuz da bunlar dışında ki şeylerde buluyorsunuz? Söyleyin lütfen; bu iki ulvi şey size ne vermedi de, verilmeyen şeyi bunların dışında kalan şeylerde buldunuz? Dürüstlük kazandırır. Yalan ise daima kayıptır. Bugüne kadar bu emanetlere sırt döndük. Peki, elimizde olan nedir? Bu emanetler dışındaki şeylere ise yüzümüzü döndük. Kazancımız nedir, kaybımız nedir? Çürüdük, tefessüh ettik. Bugün neslimizin halinden şikâyet ediyoruz, ahlaksızlıktan, eroinden, kumardan, faizden, fuhuştan, kadına şiddetten bahsediyoruz. Bu hale niçin düştük? Herhalde bitevi korktuğumuz ve kaçtığımız yüce emanetlere sahip çıktığımız için değildir? Hayır, lütfen dürüst olalım, burada bir fikir teatisi yapıyoruz. Sen doğrusun, ben doğruyum gibi sığ bir tartışma yapmıyoruz. Ki inanın yanlış çıkmaktan da memnun olurum, şayet hakikaten tüm müzakereler sonunda, tüm nesnel değerlendirmeler sonunda yanlış çıkarsam. Ama doğruysam da bunun hesapsız umarsız kabullenilmesini istirham ederim. Dürüst olalım dostlar, bizler hep yalandan ve samimiyetsizlikten kaybettik. Hayatımızı ideolojilere, Dünya Klasikleri adıyla anılan eserlere hatmettik. Yalan mı bu? Medyamıza, üniversitelerimize, politikamıza yön verenler hep ulvi emanetler dışında kalan şeylerle beslenenler olmadılar mı? Ve bu besinler güya bizi adam etmeyecek miydi? Peki, şimdi niçin şikâyet ediyoruz içinde bulunduğumuz halden? Çünkü yanıldık dostlar ama yanıldığımızı itiraf etmek zor geliyor bize. Çürüyoruz, utanç şarkıları terennüm ediyoruz. Sefaletin dehlizlerinde çığlıklarımızı kimseler işitmiyor. Oysa mukaddes, asli ve ulvi emanetlerimize sahip çıksaydık bu hallere düşer miydik? Vallahi, billahi, tallahi düşmezdik.  

 

 

Hatmedip yutmadığımız kitap kalmadı. Klasikler elden geçti, ideolojik baronların kitaplarını ezbere biliyoruz, felsefelerin yabancısı değiliz. Tüm bu ilmin, bilmin, ideolojilerin ve felsefelerin taliminden sonra herhalde içinde bulunduğumuz halde olmamamız iktiza ediyor değil mi dostlar? Ya da bu halde olmamalıyız, olmamalıydık. Öyleya hayatımız boyunca Avrupa bilimiyle, ilimiyle, felsefesiyle, ideolojisiyle beslendik, büyüdük ve kemale erdik. Ama ne acıdır ki, çığlıklarımız dineceğine daha da arttı. Çünkü Avrupa’dan şifa bulamadık. Namuslu ve dürüst olalım dostlarım olamadık. Biz ıslah edicilerdik, Avrupa denilen şeytan yüzünden ifsat ediciler olduk. Avrupa’dan alacağımız bir şey varsa teknolojiydi ama biz ne yaptık? Gittik Avrupa denilen şeytanın ne kadar pisliği varsa alıp getirdik ve kutsal topraklarımıza saçıverdik. Gençliğimizi kaybettik. Eroinin, kumarın, fuhşun, içkinin ve her nevi şeytani pisliğin pençesinde kıvranıyor, bataklığında can çekişiyor neslimiz. Üniversitelerimiz bilim merkezleri olmaktan çıktı, adeta her türlü pisliğin bulaştığı mikrop yuvası haline geldi. Ülkemiz bir milim terakki kaydedemedi. Avrupa’dan yüz yıl gerideyiz bazı yönlerde. Burada tartışmayı falan bırakın dostlarım. Çünkü müzakere yapıyoruz, kısır tartışmalarda boğulmuyoruz. Çünkü bir üstünlük iddiasında, bir ben doğruyumculuk çekişmesinde değiliz ki bu kadar ahmakta değiliz. Zira derdimiz, davamız, kavgamız, hasretimiz büyük ve derin. Ucuz çekişmelerin, kısır dövüşmelerin adamları olamayız. Ben demiyorum ki, yabancı okumalar yapmayın. Hayır, elbette okuyalım ama aşırı mübalağalardan uzak duralım. Yabancıları lüzumsuz sitayişlere boğmayalım. Gençliğimizi onların özentisi haline getirmekten imtina edelim. Avrupai şeylere yüksek önem atfetmeyelim, aşırı kıymet vermeyelim. Avrupa’nın bataklığında boğulmayalım. Kendimizi küçük görmeyelim. Kendi kadim köklerimize, kimliğimize, dinimize ve asli kaynaklarımıza küfretmeyelim, onları tahkir ve tezyif etme haysiyetsizliğine düçar olmayalım. Milletimize, topraklarımıza, kaynaklarımıza yabancılaşmayalım. Özümüzü ve sözümüzü bilelim. Kendimizden olanı hayatımızın her evresinde ve boyutunda istimal edebiliriz ama Avrupai olan şeyleri nerede istimal edeceğiz? Hiçbir yerde istimale demeyiz. Ki vallahi, billahi, tallahi, Avrupa kibri bıraksa bizim olan şeylere dönecek inanınız. Çünkü kendisi kaybetti kendi neslini. O kadar okuduğum halde inanın hayatımın tek bir yönünde kullanmış hatta ihtiyaç hissetmiş değilim. Hatta o kadar kıymetli zamanımı heba etmişim bile diyorum, derin düşüncelere dalınca. Çünkü bizim olanlar bize fazlasıyla yetecektir, yeter ki kullanmasını bilelim. Bendeniz okumuş olmakla kaldım. Bakış açımıza etkide bulunuyor ama temiz bakış açınızı da kirletmiyor değil.  Hatta muhkem temellerden mahrumsak yönümüzü ve yolumuzu bile şaşırıyoruz. Hayır, böyle değil diyen buyursun iddiasını ispat etsin. Din, devlet, vatan, millet, ümmet, değer düşmanı nesiller hangi eserlerle beslendi de böyle oldular? Bile isteye yalana maruz ve mahkûm kalmak sefillikten başka bir şey değildir. Hayat çok kaotik gibi algılanabilir ama o kaos içinde bir basit düzen saklıdır dostlarım. Fakat bizler bu basit gerçeği ihsas edemiyoruz, çünkü düşünemiyoruz. Aslında Avrupai besinlerin bize yaptığı en büyük kötülük bizi düşünmekten mahrum koymasıdır. Bizim beynimizi ve ruhumuzu çalmıştır Avrupai şeyler. Avrupa şeytanını okuyunca olan tek bir şey vardır; şeytanlaşmamız. Ülkemizin her köşesinde her gün bir bomba patlıyor. Evlatlarımız sokak ortasında ensesinden kahpece vuruluyor. Kundakta ki yavrular yakılıyor. Terörizm sadır oluyor. Fitne ve fesat toplumsal dokuyu bozuyor. İnsan insanın cenneti olacağına kurdu oluyor. Kaynaklar berhava oluyor. Devletimiz zayıf düşüyor ve küresel şeytanların ağlarına yakalanıyor. Hürriyet, ahlak, adalet, emek hayal oluyor. Kardeşliğimiz zehirleniyor. Ana kıza, kız anaya; baba oğula, oğul babaya düşman oluyor. Aileler türap oluyor. Tiranlar insanlığı kasıp kavuruyor. Sevgi yerini nefrete bırakıyor. Nefret gönül bağımızı talan ediyor. Milliyetine, dinine, tarihine ve ecdadına düşman yığınlar türüyor.  Avrupai şeylerden uzak kalınca olmayan bir şey olmuyor ama olan çok şey oluyor. İşte olanları tek tek sıraladık hemen üst satırlarda. Yazık değil mi peki? Kur’an’a yöneldik ıslah olduk ve eşkıyalığı terk edip ıslah ediciler olduk. İdeolojileri hatmettik ıslah etmeyi bıraktık eşkıyalığa yöneldik. Olay budur dostlarım. Neresinden bakarsanız bakınız, ne kadar düşünürseniz düşününüz.

Tarih: 01.02.2015 Okunma: 614

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?