Bir de Mehteran çalsaymış... Selcan TAŞÇI

GENEL HABERLER Misafir Yazar - 27.09.2010

Kalem feryâd eder, ağlar mürekkep,
“Beni cahil eline verme Ya Rab!
Lütfunla âlime çevir yolumu,
Kırma n’olur kanadımı, kolumu.”

                                                                                                   

Lâedri

 

Selcan TAŞÇI, YENİÇAĞ, 27 Eylül 2010

Madem padişahımız efendimiz Birinci Medya Seferi’nin zaferle neticelendiğini müjdeleyeceklerdi 12 kat kös de vurulaydı ya... Geride kalan üç beş “düşman” da bu moral savaşıyla bertaraf olurdu nasıl olsa!
Tayyip Erdoğan’ın Dolmabahçe’de gazete ve televizyonların Genel Yayın Yönetmenleriyle buluşması dünkü gazetelerin tamamına yakınında “1. sayfadan” görüldü; büyük bölümünde manşet / sürmanşet oldu... Her gazete, her zaman olduğu gibi baktığı yerden gördüğünü taşıyınca sayfalarına ortaya karışık bir menü sunuldu okuyucuya.
Yeniçağ’ın “8 aya kadar seçim” başlığıyla verdiği konuşmadan bakın hangi gazeteler, hangi manşetleri çıkardı:
Akşam: Başbakan’dan Dolmabahçe mesajları, Birgün: Medyanın seçkin üyelerine balans ayarı, Bugün: Başbakan’dan Paşa’ya tepki: Cami yakanların peşindeyiz,  Cumhuriyet: Öcalan muhatap değil, Güneş: Türküm demek rahatsız etmesin,  Habertürk: Bedelli askerlik sinyali, Hürriyet: Fotoğraf albümüyle İstanbul’u anlattım, Milliyet: İmralı’nın ağırlığı yok, Posta:  Başbakan’dan bedelliye yeşil ışık, Radikal: Empati kurmaya çalışıyoruz, Sabah: Öcalan bu süreçte yok, Star: Mahkemeye gitme beraber çözelim, Sözcü: Tayyip anlattı medya afiyetle yedi!, Takvim: Manşetlerle çarpışarak geldim, Taraf: Siyasi af olabilir, Türkiye: Birlikte yeni sayfa açalım, Vatan: Medya açılımı, Vakit: Medya açılımı, Yenişafak : Manşetlerle çarpışarak bugüne geldik, Zaman: İşte yeni dönemin yol haritası.

* * *

Pek nadirdir ki “en çarpıcı manşet”e imzamızı atmamış olalım...
Ama bu sefer tüh kaçırdık; Takvim ve Yenişafak göğüslemiş ipi görüyor musunuz...
İki gazete de Erdoğan’ın muzaffer bir komutan edasıyla, “savaş esirleri”ne hitap ettiği bölümünü büyütmüş konuşmanın:
“Manşetlerle çarpışarak bugünlere geldik...”
Bugünler hangi günler dersiniz?
Gazeteciliğin tasfiyesi yoluyla medyanın yeniden tanzim edildiği günler mi; bunu mu tebliğ ediyor Başbakan karşısındakilere...
Ben mi yanlış anlıyorum; yoksa Başbakan bu kez hakikaten de itiraf mı etti medyayla savaştığını?
Malum “çarpışma” lugata göre “küçük birliklerin yaptıkları küçük savaşma!”
Savaşın hangi düşmanla pardon
manşetle yürütüldüğünü de açık açık söylemiş zaten:
’Muhtar bile olamaz’, ’411 el kaosa kalktı’,  ’Rektörler endişeli’, ’Gerekirse silah bile kullanırız’, ’Muhtıra gibi tavsiye’, ’Genç subaylar rahatsız’, ’Tehlikenin farkında mısınız?’
İşte bu cephelerde pardon manşetlerdeki savaşı kaybedenlerin; şimdi bir kısmı Silivri’de “esir”, diğer bir kısmının “rütbeleri” söküldü; neredeyse kürek mahkumiyetini andırır bir prangayla bağlandılar kalemlerine...
Kazananlar mı;
Ne olacak canım; onlar da “ganimet”i pay ediyor olmalı...

* * *

Ha bu arada Genel Yayın Yönetmenlerinin sorularını cevaplarken “...bir
patrona bir kişiyi işten at diyecek
ilkelliğin içine girmem. Aşırı
rahatsız olunca mahkemeye gidiyorum. Mahkeme de yeni bir şey
uydurdu. Hakareti hakaret kabul
etmiyor, ’ağır eleştiri’ sayıyor”
demiş Erdoğan...
Ey yargı hazır ol!
Bundan sonraki buluşmasında da,
-12 Eylül’den itibaren bu alanda da “muzaffer komutan”laşma hakkı görüyorsa kendinde- hukuk adamlarını
dizip karşısına;
“Kanunlarla çarpışarak geldik
bugünlere” demesin sakın Erdoğan;
der mi der!

++++++

“Başbakan’a benimle ilgili soru yöneltiliyor ve kendisi de benim işten çıkarılmamda hiç bir rollerinin olmadığını söylüyor. Salonda 50 medya mensubu var. 50 medya mensubu, gözlerinin içine bakarak, Başbakanın bu sözlerine inandıysa mesele yok. Ama bir süre önce Başbakan medya patronlarına ne demişti? (Köşe yazarıma hakim olamıyorum diyemezsin. Sen bunun sorumlususun. Köşende yazanın maaşını sen veriyorsun. Yarın feryat etmeye geldiği zaman da, hakkın yok. O insanlara o kalemleri teslim edenler der ki, kusura bakma, bizim dükkanda sana yer yok. Herkes vitrinine layık olanı koyar) demedi mi?”   
* Bekir Coşkun

++++++
Peki bizi kim dövüyor(!)
Başbakan dün medya sahip ve yöneticilerine, çerçevelenecek şeyler söyledi.
“Biz medyanın bizim tarafımızı tutmasını istemiyoruz. Medya elbette demokrasinin tarafı, hukukun tarafı, hak ve özgürlüklerin tarafı olacaktır. Bu değerler üstünden medya mücadelesi verilmesini de siyaset yapmak olarak görmüyor, tam aksine saygı duyuyoruz, alkışlıyoruz, destekliyoruz” dedi.
“Muhalefetsiz bir demokrasi mümkün değildir” dedi.
Sevgili okurlarım; baskı ve tehditlerden bunalan medyanın bir mensubu olarak yardımınızı istiyorum.
Kafam karıştı çünkü.
Böyle düşünen bir iktidar çektiğimiz sıkıntının müsebbibi olamayacağına göre...
Bizi kim dövüyor, kim boğuyor; söyler misiniz lütfen!
* Güngör Mengi / Vatan
Bu arkadaşlar da “çarpışma zaiyatı”ndan sayılıyor olmalı!
++++++

İnandırıcılığı olmayan sözler
Doğru teşhisler konamazsa, doğru çözümler üretilemez. Bir haberi şu ya da bu nedenle engellemek, demokratik değil, diktatörce bir davranıştır. Gazetecilerle yaptığı dünkü toplantıda da bu görüşlerine benzer sözler söylemesi demokrasi adına bir kazanç olarak görülemez.

* * *

Tabii konuşma uzun. Referandum sonuçlarını değerlendirmiş... Muhalefete çatmış... Medyaya çatmış... Ve bu arada önemli bir şey daha söylemiş: “Sivil diktatörlük diye bir kavram olur mu? Sivilin işi değildir diktatörlük. Sivil ve diktatörlük ifadesini yan yana koymak kadar büyük bir cehalet olmaz” demiş. Başbakan’ın bu sözleri bana, hemen akla gelen ünlü diktatörlerin asker değil, sivil olduklarını anımsattı: Hitler’in askerlikle ilgisi, Birinci Dünya Savaşı’nda Bavyera ordusunda onbaşı rütbesi ile savaşmasıdır. Mussolini ise hayata öğretmen olarak başlamış, askerlik yapmamak için İsviçre’ye kaçmış, ülkesine döndükten sonra gazetecilik yapmıştır. Askerlikle ilgisi Birinci Dünya Savaşı’na katılmış ve yaralanmış olmasıdır. Portekiz diktatörü Salazar ise ekonomi profesörüdür. Sanıyorum Başbakan’ın konuşmalarını hazırlayan ya da bizzat kendisinin hazırladığı konuşmalarda yardımcı olan danışmanları daha dikkatli olmalıdır. Tabii son söz olarak “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” deyişini anımsatmak isterim. Gözaltındaki tutukluluk süreleri artık yıllarla ölçülmeye başlayan gazeteciler, aydınlar, politikacılar, rektörler hapisteyken hiçbir “demokrasi söyleminin” fazla inandırıcı olması beklenemez!
* Emre Kongar / Cumhuriyet

++++++

Madem senin yerin kavganın göbeğidir
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın şiirlerini çok sevdiği şair Necip Fazıl, “Düşmanıma” adlı iki dizelik şiirinde şöyle diyor: “Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın
Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın.” Bu iki dize, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın stratejisine acayip uyuyor.
Neden mi? Anlatayım:

* * *

Bütün manşetler Tayyip Erdoğan’a selam dursa da... Bütün köşeler Tayyip Erdoğan’a övgü yağdırsa da... Tayyip Erdoğan bir türlü tatmin olamıyor, rahat etmiyor. Çünkü o, “düşman” seviyor. Gündüzün geceye muhtaç olması gibi o da düşmana ihtiyaç duyuyor. Bulamayınca da... Eski manşetler ve eski köşe yazıları üzerinden kavgayı sürdürüyor.

* * *

Benim bu meselede anlamadığım taraf ise şu: Madem ifadenizi ve hızınızı “düşman” belirliyor... Madem manşetlerle çarpışarak büyüyorsunuz... Madem köşe yazıları, öfkenizin en önemli kaynağıdır... O halde bırakın... Manşetler atılsın, yazılar yazılsın... Meydan gümbür gümbür inlesin... Ve böylece hem size “malzeme” çıksın, hem de çarpışarak büyüme imkânı doğsun. Değil mi ama?
* Ahmet Hakan / Hürriyet

++++++
Başbakan Yiğit’e uysa halimiz nice olurdu
Başbakan’la gazetecilerin yaptığı sohbette benim kanımı donduran öneri ve soru Yiğit Bulut’tan geldi.
Bulut soru sormak için mikrofonu eline aldı ve “RTÜK benzeri bir üst kurulun” tüm medya için kurulmasını önerdi.  Yiğit Bulut bunu daha önce de önermişti. Ben de  “Sansürsüz diye program yapan biri böyle bir şey istememeli” diye kendisine söylemiştim. Yiğit, Başbakan’ın karşısında bu önerisini tekrarlayınca gayri ihtiyari “Yok daha neler” dedim.
Demokrasilerde, hele hele “ileri demokrasilerde” böyle kurulun veya kurumun varlığı akla bile getirilemez. Demokrasiler ve ileri demokrasiler “söz söyleme özgürlüğü” ve “fikir hürriyeti”  üzerine otururlar.
Bunun temelinde de basının söz söyleme ve fikir beyan etme hürriyeti gelir. Eğer siz bir üst kurul benzeri yapıyla gazetelerin, giderek gelişen ve güçlenen internet medyasının önünü kesmeye, onları denetim altına almaya kalkışırsanız o zaman “ileri”yi bırakın, demokrasiden bile söz edemezsiniz.
Böyle bir kurul olsa olsa darbe dönemlerinde, cunta ile yönetilen ülkelerde ya da İkinci Dünya Savaşı öncesi Almanya’sında, İtalya’sında, İspanya’sında olabilir.
Allah’tan Başbakan, Yiğit Bulut’un bu önerisine gülüp geçti ve böyle bir şeyin olamayacağını söyledi de içimiz rahatladı. Ya “Bu süper bir fikirmiş” deseydi halimiz nice olurdu!
* Fatih Altaylı / Habertürk
 
++++++
Genetiği değiştirilmiş Brüksel lahanası
Aşağıdaki satırları önüme koyup “tahmin et kim” deseler, kırk yıl düşünsem Ergun Babahan gelmezdi aklıma: “Türkiye’nin 1950’lerde vizyonu dardı, bir bakıma örtülü ”mandacıydı.“ (...) Önemli olan bizim küçük Avrupa, küçük Amerika olmadan, Anadolu kültürünün binlerce yıllık geçmişini doğru yansıtabilen bir Türkiye olmamız. Onun için ”Ey Türkiye medyası, titre ve kendine dön“ diyorum.”  Ekseni kayan iktidara yaranma çabası Brüksel lahanalarınını da genlerini bozdu; onları da bildiğin Anadolu kıvırcığı yaptı ya; pes!
 
++++++
MİNİ YORUM
Karayel
Melih Aşık, “medyada bakalım daha kimler gidecek, kimler kalacak” dedikten sonra Bülent Tanla’dan aktarıyor:
“Bugün yaşadıklarımız yaşayacaklarımızın yanında meltem esintisi gibi kalıyor...”
İktidarın meltemi buysa; lodosunu, poyrazını, karayelini varın siz hesap edin artık...

 
Arşiv

 

Tarih: 27.09.2010 Okunma: 785

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?