FİKİR-YORUM, İYİ YAZI-KÖTÜ YAZI

Neslihan KORUTÜRK - 12.04.2010

Bu dünyada herkese yer var.

 


Büyük Larousse, “yorum”u şöyle tanımlıyor: 1. Bir metnin, bir yapıtın anlaşılması güç yanlarına açıklık getirmek, daha iyi anlaşılmasını sağlamak için bazı açıklamalar yaparak aydınlığa kavuşturma; bu açıklamaların yapıldığı söz veya yazı; tefsir. 2. Bir haberi bir olayı vb. belli bir görüş açısına göre inceleyip açıklayarak değerlendirme; onlarla ilgili olarak açıklayanın bakış açısını yansıtan görüşler.

Büyük Larousse, “fikir”i de şöyle tarif ediyor: 1. bir durumu karşılamayı, bir eylemin ya da yapıtın özgün temelini oluşturmayı sağlayan zihinsel yaratım, düşünce. 2. Bir bireyin ya da bir gurubun bir şey, bir konu üzerindeki yargısı, görüşü, düşünce. Bu konudaki fikrin ne? Sizinle aynı fikirde değilim.

Osmanlıca Lügat, “fikir”i; zihin tasavvuru olarak tanımlıyor. Yani bellekte şekillendirme…

“Fikir”le eşanlamlı olarak kullandığımız “düşünce”ye gelince; Büyük Larousse’dan aldıklarım şöyle: 1. İnsanın maddesel ve toplumsal gerçek karşısında kavramlar ortaya koymasını, onları birbirine bağlamasını ve yeni bilgiler edinmesini sağlayan süreçlerin tümü. 2. Bir kimseye, bir guruba, bir topluluğa, bir partiye, döneme vb. özgü fikirler bütünü. Öğreti. Marks’ın düşüncesi, İslâm düşüncesi, Batı düşüncesi…

Eflatun’a göre düşünce, insanın kendi kendisini sorgulamasıdır.

Aristoteles, düşünceden genel olarak özü kavramamızı sağlayan yetiyi anlar.

Descartes da, düşünceyi ruha bağlayarak ona bir statü veren filozoflardan biridir. “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözü, düşünceyi, bütün gerçeklerin ve bütün bilgilerin temeli olarak ortaya koyar. “Düşünce sözünden derhal tanıyabilecek kadar içimizde olan şeyi anlıyorum. Bundan ötürü; iradenin, anlığın, düş gücünün ve duyuların bütün işlemleri düşüncedir.”

Kant’a göre düşüncenin görevi, olayları açıklamaktır. Oysa olayları üreten düşünce değildir.

Marksçılığa göre düşünce, nesnel şeylerin insan beyninde dolaysız ve genelleşmiş bir yansımasıdır. Marksçı bilgi kuramı varlığın düşünceden önce geldiğini kabul etmekle birlikte, varlık ile düşünce arasında özdeşlik olduğunu ileri sürer.

*                           *                      *

Yine Büyük Larousse’dan konumuzla ilgili bir tanım daha: DÜŞÜNCELİ: 1. Ölçülü, düşünerek davranan, dikkatli kimse… Bu kişinin tutumu için kullanılır. 2. Kaygısı, endişesi, sıkıntısı olan, tedirgin görünen kimse için kullanılır.

Bize göre yazar, her iki anlamda da “düşünceli” bir kişidir.

Bunun dışında, lügat ve ansiklopedi açıklamalarından, bizim bazı tespitlerimiz oldu. Şöyle ki:

1. Tanımlardan, her insanın düşünebildiğini, dolayısıyla her insanın düşünce üretebildiği sonucunu çıkarıyoruz. Ve tabii aklımıza bu kadar insanın ürettiği düşünce nerede, ne oluyor, ne işe yarıyor, soruları takılıyor.

2. Bir mevzu veya hadiseyle ilgili yorum yapmak için illa o konunun uzmanı olmanız şart değil. Lâkin bir “görüş açınız” olmalı ve onu yansıtmalısınız.

*                           *                                  *

Bütün insanlar düşünebiliyor fakat pek az insanın düşüncesi kamuoyunu ilgilendiriyor ve kamuoyu önüne çıkabiliyor.

Neden?

Çünkü ürettiğimiz düşüncelerin pek çoğu günlük ihtiyaçları karşılamaya dönük, sıradan, birbirinin tekrarı ve küçük bir çevreden ötesini ilgilendirmeyen “ekmek almalıyız”, “kitap okuyacağım”, “Ankara’ya uçakla gidelim” gibi düşüncelerdir.

Peki, kamuoyu önüne çıkmaya, bir medya organında yayım ve yayınlanmaya lâyık düşüncenin özelliği ve niteliği nedir?

Bir kere fikir yeni olmalı, özgün olmalı, ilk defa sizin ağzınızdan çıkmalı, sizin kaleminiz yazmalı. Ama yayınlanmak için bu yeterli değil.

İkincisi, düşünce bir meselenin en az 1 noktasını aydınlatabilmeli. Fikir, gerek onu üretenin beyninde, gerekse hitap ettiği okuyucunun beyninde bir ışık yakmalı. Hani, kafamızda sizli, karanlık, bulanık noktalar vardır ve bizi rahatsız eder ve bir şey okuduğumuz, duyduğumuz zaman aniden bir ışık yanar ve sisli noktaların pırıl pırıl aydınlandığını hissederiz. Zihnimiz ve dimağımız rahatlar ya, işte ürettiğimiz fikrin böyle bir özelliği olmalı.

Üçüncüsü, büyük bir çoğunluğu, kitleleri ilgilendirmeli; mümkünse bütün halkı, hatta bütün insanlığı ilgilendiriyor olmalı.

Dördüncüsü, fikir, açık ve akıcı bir şekilde ifade edilebilmeli. Düzgün ve düzenli bir biçimde ifade edilemeyen fikrin bir değeri olamaz.

Bunlardan başka fikir, bir takım yeni ve güçlü iddialar ortaya koyabilirse, bugüne kadar olan bilgi birikimlerine bir harf ekleyebilirse veya yargılarımızı sorgulayabilirse, bir soruna yeni ve etkili bir çözüm getirebilirse kamuoyu önüne çıkma ihtimalini büyük ölçüde artıracaktır. Dahası, okuyucuya verilmesi gerek fikir de böyle olmalıdır.

*                           *                                  *

 

     İyi Yazı Kötü Yazı

 

İyi yazının birinci cümlesi, mevzua girmek için tereddütsüz atılmış ilk adımdır. Arkasından gelen cümleler, vezinli adımlarla, sekmeden, aksamadan, sendelemeden onu takip ederler.

 

İyi bir yazının ifade kılıfı, mevzuunu bir eldiven gibi sımsıkı ve kıskıvrak içine alır, ne dışarıya bir fikir kaçırır, ne içeriye fazla bir kelime sokar.

 

Kötü bir yazının ifade kılıfı ya dardır, ya boldur. Darsa içine maksadını sığdıramaz; bolsa mevzuun dört tarafını lüzumsuz hava tabakaları ile şişirir; bir sürü parazit hayallerle üslubu gevşetir ve sarkıtır.

 

İyi yazıda cümleler ve kelimeler hendesi bir disiplin İÇİNDEDİR.

 

İYİ YAZI KARIŞIK FİKİRLERİ SADELEŞTİRİR, KÖTÜ YAZI SADE FİKİRLERİ KARIŞTIRIR.

 

İYİ DÜŞÜNÜP DE, MELEKE EKSİKLİĞİ YÜZÜNDEN KÖTÜ YAZANLAR OLABİLİR, FAKAT KÖTÜ DÜŞÜNÜP DE MELEKE SAYESİNDE İYİ YAZANLAR OLAMAZ.

 

İYİ YAZI MUHAYYİLENİN DEĞİL, ZEKÂNIN VE GAYET SIKI BİR ZİHİN DİSİPLİNİN ALTINA GİRER.

 

İYİ DÜŞÜNCEDE KABA TASLAK ÜÇ SAFHA GÖRÜNÜYOR:

 

1.                ESASI KAVRAMAK,

2.                TAHLİL VE TASNİF,

3.                MUKAYESE VE MUHAKEME.

 

MEVZU İYİ KAVRANMIŞSA İFADE ONUN HUDUDUNDAN DIŞARIYA BİR KELİME KAÇMAZ. TEREDDÜT, FAZLALIK, TEKRAR ORTADAN KALKAR.

 

FİKİRLER İYİ TAHLİL VE TASNİF EDİLMİŞSE İBARENİN HENDESİ DİSİPLİNİ ELDE EDİLMİŞ OLUR. CÜMLELER VE KELİMELER YERLERİNDEN KIMILDATILAMAYACAK KADAR RİYAZÎ NOKTALARINA OTURTULMUŞ OLURLAR.

 

MUKAYESE VE MUHAKEME YERİNDE İSE BULANIKLIK, SAMİMİYETSİZLİK VE FİKRİN BÜNYESİNE MENSUP OLMAYIP DA ONA DIŞARIDAN MUSALLAT OLAN HAYALLER, SEMBOLLER, YAZI OYUNLARI VE KELİME İCATLARI DA ORTADAN KALKAR.

 

HEVESKÂRLARA VERİLECEK İLK DİREKTİF ŞUDUR: İYİ DÜŞÜNCEYİ ÇOK OKUYARAK, MELEKEYİ DE ÇOK YAZARAK ELDE ETMEK.

 

Peyami SAFA

 

*                           *                      *

 

NEDEN YAZIYORUZ?

George Orwell "Niçin Yazıyorum" başlığını taşıyan denemesinde, her yazarı yazı yazmaya sürükleyen dört nedenden söz eder.

Bunlardan birincisi salt bencillik. Akıllı görünmek, kendisinden söz ettirmek, öldükten sonra anımsanmak gibi kaygılar.

İkincisi, estetik aşkı. Sözcüklerle ve onların düzenlemesiyle güzellik yaratmak.

Üçüncüsü, tarihsel iç güdü. Olayları gözlemlemek, gerçek nedenlerini bulmak ve onları gelecek kuşaklar için saklamak.

Dördüncüsü, siyasal amaç. Dünyayı belirli bir yöne götürmek, insanların yaşadıkları toplumla ilgili düşüncelerini değiştirmek isteği.

 

Arşiv

Tarih: 12.04.2010 Okunma: 992

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?