Garanti kapsamındaki sigortalı ülke!

İsmail Hakkı CENGİZ - 01.02.2016

Oy gizli, haber kutsal, yorum hürdür.


Türkiye, asla yalnız Türkiye değil!

 “Yalnız” terimini her iki anlamında da kullanıyorum… Yani, Türkiye tek başına kalan, tek başına bırakılan, “yalnızlaştırılan” bir ülke değil… Bununla beraber, “kendi haline bırakılan”, “Rahat bırakılan” veya “kaderine terk edilen” bir ülke de değil!

Aynı zamanda, Türkiye, “Türkiye’den de ibaret değil”!

Uluslararası “sistem”de, bir “karşılıklı bağımlılık” temelinde, özellikle “Batı sistemi” içinde, onunla “bütünleşmiş” bir ülke!

Türk de yalnız Türk değil!

“Yalnız” terimini burada da her iki anlamıyla kullanıyorum.

Irk olarak, “arı, katışıksız” değil. Karışmış, dünya insanı olmuş bir “etnik kimlik”! Hele hele hiç “saf Türk” değil… Çoğu Türk anasının gözü!

Öte yandan, dünyada yalnız bırakılmışlığı falan da yok… Aynen devletin “dostları”, “müttefikleri” olduğu gibi, devletin “vatandaşı”nın da “has” dostları, yarenleri, müttefikleri var… Dünyaya, bilhassa Batı’ya “entegre” bir Türk kimliği var!

Bu hâl, dikkatlice bakınca, bugünkü devletler ve “milletler” arası münasebetlerde kendini gösteriyor. Fakat yakın tarihteki olayların üzerindeki perde kaldırılınca, çok daha net ortaya çıkıyor.

x   x   x

“REİS, Gladyo’nun Türk Tetikçisi”

Bu kitap, 1997’de, Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul tarafından yazılmış (Doğan Kitap, 1997, 43. Baskı 2007). Abdullah Çatlı’yı ve çevresinde dönen olayları anlatıyor. Kitabın 168-170’nci sayfalarından birkaç paragraf:

“Fransız ‘makamları’ İnterpol tarafından aranan Abdullah Çatlı’ya ‘Hasan Kurtoğlu’, Oral Çelik’e ‘Yaşar Öz’ adına düzenlenmiş öğrenci kimlikleri verdiler.”

Eşi Meral Çatlı, Paris’e, Abdullah Çatlı’nın yanına gidişlerini anlatıyor (Yıl 1983):

“…

Uçağa bindik, bu kez uzun boylu, Türkçe konuşan esmer bir bey bizimle ilgilendi. ‘Korkmanıza gerek yok, biz her şeyi hallettik’dedi. O adamı bir daha hiç görmedik.

Önce Viyana’ya vardık. Havaalanında bizi bir karıkoca aldı, onların otomobiliyle uzun ve yorucu bir yolculuk yaparak karayoluyla Almanya’ya gittik.

Beni Viyana’dan alan, İsviçre’de oturan biriydi. Arabada karısı da vardı. Pasaporta hiç bakmadığımı söylemiştim, çünkü ülkeden ülkeye hep gümrük kontrolü olmayan yerlerden geçtik, hiç gümrük kontrolünden geçmedik. Sonra İsviçre’ye geldik.

… Bizi getiren karıkoca bizi trene binidrdikten sonra gittiler. O anda yanımıza gelen ve Türkçe bilmeyen, adının ‘Madam Ene’ olduğunu sonradan öğrendiğim Fransız bir kadına teslim edildik. Beni oraya getirenler bu kadını tanıyorlardı. Madam Ene Fransızca ve Almanca konuşuyordu. Kadının elinde Abdullah’ın verdiği bir not vardı, notta ‘Bu kadına güvenebilirsin’ yazıyordu.

Tren hareket ettikten birkaç dakika sonra Abdullah yanımıza geldi, sarıldık, bana sadece ‘Nasılsın?’ diyebildi. Yanında iki yabancı adam vardı, Abdullah onlarla Almanca konuşuyordu. Trenle Paris’e geldik.”

Ne kadar kolay ve rahat değil mi? Üstelik kılavuzlu, rehberli yolculuklar!

O yıllarda, çok katı bir “vize” uygulaması vardı ve Avrupa ülkelerine, hele İsviçre’ye falan girebilmek, deveyi iğne deliğinden geçirmek gibi bir şeydi!

O günlerde normal bir vatandaşın kaçak yollarla Avrupa’ya nasıl giriş yapabildiğini de kısaca aynı kitaptan okuyalım:

“O yıllarda Avrupa’ya kaçak yollardan girmek isteyen Türk işçilerinin, işçi simsarlarının elinde ne ıstıraplar çektikleri, Alp Dağları’ndan, Mont-Blanc Tüneli’nden, nehirlerden ve göllerden nasıl ölüm pahasına geçmeye çalıştıkları bilinmektedir. Oscar kazanan filmlere konu olan bu dramatik öykülerin dışında, Avrupa gümrüklerindeki görevliler, Türk pasaportu taşıyan kişileri didik didik aramakta ve onları sınırda bekletip, bilgisayar aracılığıyla haklarında bilgi almaktadırlar.

Bu koşullarda, Meral Hanım’ın, kucağında iki çocuk ve ölmüş birine ait pasaportla, Avusturya-Almanya-İsviçre-Fransa kapılarından hiçbir gümrükçüye rastlamadan geçmesi ancak bir ‘dış yardımla’ mümkün olabilirdi.”

Bu satırları okuyunca ne düşünüyor ne hissediyorsunuz?

Bendeniz, Türkiye Devleti’nin bütün Avrupa devletleriyle işbirliği içinde olduğunu, 33-34 sene evvel o devletlerle “ortak” işler yaptığını düşünüyorum. Tabii bu işlere, hele “soğuk savaş”ın zirvede olduğu o günlerde, Amerika’nın hiç karışmadığını zannetmek de aptallık olur. Bu “ortaklık”, insana bir “güven”, uluslararası bir “garanti” kapsamında olduğunu, âdeta “sigortalandığını” hissettiriyor…

Ama aynı zamanda, insana, Türkiye’nin üzerinde büyük devletlerin kocaman “pençeleri” olduğu hissini de uyandırıyor.

x    x    x

33 yıl sonra, 2016’larda Türkiye ve Batı Sistemi

Peki, “ortaklık”, “işbirliği” bugün nasıldır, ne seviyededir?

İlişkilerin ilerlediğinden,

Daha sıkı-fıkı hale geldiğinden,

Daha fazla genişleyip-derinleştiğinden,

Daha incelikli ve “rafine” hale getirildiğinden şüphe duyulabilir mi?

Nihayet, Batı Sistemi’yle daha fazla “entegre” olduğumuz, ABD dâhil, Batı’yla daha fazla bütünleştiğimiz inkâr edilebilir mi?

Akla, “AB’ne girmediğimiz halde mi?” diye bir soru gelebilir!

78 milyonun girmesine gerek var mı?

Girmesi “gerekeler” girmiş!

33 sene öncesine nazaran çok daha fazla sayıda ve çok daha “işlevsel”, “işbitirici” Türkler Avrupa’da, Avrupa Birliği’nde… Hiç kuşkunuz olmasın!

x   x   x

Uluslararası sistem, terör ve başkanlık

Türkiye’nin Batı’yla bu kadar içli-dışlı olmasını, hatta bütünleşmesini göz önünde bulundurunca, son 6 ay içinde zıplayan terörün bir dış “dinamiği”nin olmadığı düşünmek, gözlerimizi dünyaya kapatmak demektir.

Düşünsenize, hiç olmaması gereken bir dönemde… “Kürt kimliği”yle siyaset yapan parti, %13 gibi yüksek bir oy aldığı bir dönemde… Bu oyların yarısının Batı illerinden geldiği bir ortamda… Meclise 80 milletvekilliği soktuğu, güçlü bir meclis grubu oluşturduğu bir dönemde terör zirveye çıkıyor!

Öte yandan, bir sene evvel yapılan seçimlerde, bölgenin neredeyse bütün belediye başkanlıklarını HDP kazanmış… Yani, üstünde kıyametin koparıldığı, “yerel yönetimler” zaten sizde! Neresinden bakarsanız bakın, terörün patlaması için ortada hiçbir sebep yok!

Bu ancak, “kocaman bir pençe”nin olayı kaşımasıyla gerçekleşebilir!

Neden yapılıyor?

Türkiye, “biyere götürülmek” isteniyor!

Yönetim “bişeylere ikna edilmek”, bişeylerden “caydırılmak” isteniyor!

Bütün bunların, son 3-4 yıldır, dozu gittikçe artan “başkanlık” tartışmalarıyla alâkası olabilir mi?

Onunla çok fazla bir bağlantısı olduğunu düşünmüyorum.

Hadiselerin tırmandırılmasının, “Batı Sistemi”yle alâkası olduğunu düşünüyorum. Eğer, Batı, yani ABD+AB, Türkiye’nin, kendi çizgilerinden çıkmakta olduğundan, misal, “Radikal İslamcı” bir çizgiye doğru kaydığından endişe ediyorlarsa, tekrar “hiza”ya gelmesi için ona sopa gösteriyor olabilirler.

x   x   x

Başkanlık tartışmalarına gelince…

Eğer Batı, “başkanlığın” sistem içinde bir “arıza” yaratmayacağı fikrindeyse destekleyecek, sorun yaratacağı görüşündeyse köstekleyecektir.

Bu konuda Batı’dan net bir tavır görmedik! Hatta herhangi bir görüş “ima” edildiğine de şahit olmadık.

Ama bildiğimiz, Batı’nın “başkanlık” konusuna ilgisiz olmadığıdır. Yakından ilgilendiği muhakkaktır.

Muhtemelen, “değerlendirme” safhasındalar!

Türkiye, kat’iyen, “yalnız” Türkiye değildir!

 

x   x   x

Günün Kitabı



Tarih: 01.02.2016 Okunma: 774

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?