Kendini savunamayanların sesi olmak

YEŞİL GAZETE

facebook sharing button
whatsapp sharing button
twitter sharing button
linkedin sharing button
email sharing button
print sharing button

“Dünya hassas kalpler için çekilmez bir yerdir.” (*)

Her geçen gün insanın içini sızlatan o kadar çok acı verici olay yaşanıyor ki ve bu olayların muhatabı olan insan ve diğer canlıların acısına bakıp empati kurmayı o kadar az insan yapıyor ki bu durum karşısında hassas kalpler çaresizlik ve öfkeyle doluyor. Bu hislerin oluşmasının en temel sebebini de çoğunlukla adaletsizlik ortamları sağlıyor. Şöyle bir kasabada yaşadığınızı düşünün: Kamusal alanın sağlığı, güvenliği, adalet ve toplumsal hizmetlerden sorumlu her yöneticinin ortak özelliği, kasabanın din adamı ve mafyasını da yanına alarak ava gitmek olsun. Bu kişiler karısına sistematik şiddet uyguluyor ve çocuklarına da çok kaba davranıyor olsun. Yoksulların çaresizliğinden de faydalanıyor ve onlara pis işlerini yaptırıyor olsunlar. Tüm bu olanlar karşısında ruhunuz tamamen örselenmeden ve çıldırmadan ne kadar dayanabilirsiniz.

Bütün bu cümleleri bana kurdurtan şey, geçen hafta izlediğim edebiyat uyarlaması bir film oldu. Polonya sinemasının usta isimlerinden Agnieszka Holland filme, uyarladığı kitabın içeriğiyle çok uyumlu ve anlamlı bir isim vermiş: İz (Pokot). Polonya ve Çek Cumhuriyeti ortaklığıyla 2017’de çekilen film, geçen yıl okuduğum ve çok beğendiğim Olga Tokarczuk’un “Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde”(**) kitabından çok başarılı bir şekilde uyarlanmış. 2018’de Nobel Edebiyat Ödülü‘nü alan yazarın kitabının çevirisi Neşe Taluy Yüce’ye ait.

Avcılığın vahşetinin temel eksende gezdiği ve seri cinayetlerin işlendiği filmin isminin İz olması bu bakımdan çok manidar olmuş. Filmin başarısında Tokarczuk’un kitabının adeta bir senaryo havasında olmasının da payı büyük. Psikolojik atmosferi yüksek bir polisiye olan kitapta türcülük, patriark mafyatik sistem, ekonomik adaletsizlik ve doğa tahribatı eleştirileri didaktizme hiç düşmeden çok güzel harmanlanmış. Film ise bu buluşmayı sosyal ekolojik bir mottoyla görsel ve duygusal alana müthiş taşımış. Sahneler çok etkileyici. Her kim ve hangi canlı olursa olsun başkasının acısını görüp sessiz kalmayı reddeden baş karakter Janina’yla birlikte öfkeniz yükseliyor ve çıldırmanın eşiğine birlikte geliyorsunuz. Ve bu öfke eyleme dönüşüyor.

Nasıl bir eyleme dönüştüğünü spolier vermemek için zikretmiyorum. Ancak beni gülümseten ve yaşadığımız coğrafyada da çok örneğini gördüğümüz şu anekdota yer vermek istiyorum. Kendisi vejetaryen olan Janina, avcılarla ilgili verdiği şikayet dilekçeleri ve sözlü ikazları yaşlı, çatlak bir kadın olarak değerlendirilip, tamamı erkek olan polisler tarafından hiç ciddiye alınmadığında yaşlı avcı komşusu Garip’i kastederek şu teoriyi kuruyor:

Yaşla birlikte birçok erkek testosteron otizmi yüzünden çaptan düşer, sosyal zeka ve insanlar arası iletişim kapasitesindeki düşüşle birlikte, düşünceleri formüle etmede azalma görülür. Bu rahatsızlık tarafından kuşatılan kişi suskunlaşır ve düşünceler içinde kaybolmuş gibi görünür. Çeşitli alet ve makinelere ilgi duyar, İkinci Dünya savaşı ve ünlü insanların , özellikle de politikacıların ve canilerin biyografilerine takar kafayı. Roman okuma kapasitesi neredeyse tamamen kaybolur.”

Kasaba, gücü elinde bulunduran erkeklerin her şeyi kendilerine hak gördükleri bir cehenneme dönmüştür adeta. Tilkiler kürkleri için kafeslere kapatılmış, her türlü yasal ve yasadışı avcılık da çok yaygındır. Gerçi buna Janina yasal olunca katliam olmuyor mu diye de tepki göstermektedir, haklı olarak. İnsanların, hayvanları sadece tüketilecek ya da kullanılacak birer nesne gibi görmesinin yaratacağı faşizm ortamını ilk görenlerden birisi olan Adorno’nun şu sözü sanki Jania’nın kulaklarında yankılanmaktadır:  “Auschwitz’ e giden yol mezbahalardan geçer.” Zira Janina’nın nefret ettiği kasaba zenginlerinden birisi mezbaha sahibidir. Ve ironik bir şekilde Auschwitz Kampı Polonya sınırları içerisindedir.

İnsanların bu duyarsızlıklarına katlanamayan karakterimiz, sadece kendisine yakın hissettiği ve sevimli lakaplar taktığı yaşamın köşesinde kalmış Dyzio, Garip, Müjde ve Boros’la iyi arkadaşlık kurar. Çocuklarsa tuhaf davranışları bahane edilip öğretmenliğine son verilinceye kadar en sevdiği insanlardır. Onlarla ailelerinin bile ilgilenmediği kadar çok ve büyük bir keyifle ilgilenir. Filme ve onun aracılığıyla romana baktığımızda görürüz ki olanlar karşısında umutsuzluk, çöküntü ve köşeye çekilmeye kesinlikle yer verilmez. Fiil esastır. Özellikle de kendini savunamayan canlılar söz konusu olduğunda sorumluluk daha yüksektir. Kitabın yazarı Olga Tokarczuk 2004’ten beri Polonya Yeşiller Partisi üyesi olmasıyla aktivizmin önemini kendi yaşamıyla da ortaya koymaktadır.

Filmin ve romanın iklim krizi sebebiyle çıldıran hayvanları, bana Hayao Miyazaki’nin anime filmi Pom Poko’da insanların doğayı tahrip etmesi sonucunda yaşam alanını korumak zorunda kalan rakunları hatırlattı.

*

(*) Johann Wolfgang von Goethe
(**) Olga Tokarczuk, Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde, Timaş Yayınları 2020

Tarih: 18.04.2021 Okunma: 478