Dünya Gıda Güvenliği Günü: Zeytin Yönetmeliği değişikliği, tercihlerin ne yönde yapıldığını özetliyor

YEŞİL GAZETE

facebook sharing button
twitter sharing button
whatsapp sharing button
linkedin sharing button
messenger sharing button
email sharing button
snapchat sharing button

İklim kriziyle şiddetlenen yağmurlar, aşırı sıcaktan tarlalarda kavrulan ekinler, Ukrayna limanlarında savaş esiri gibi tutulan tahıllar, Covid-19 pandemisi ve artan enflasyonla geçen iki yıl… 2022’de Dünya Gıda Güvenliği Günü‘ne bu etkilerle girdik.

Gıda krizi, büyük bir şiddetle kapımızı çalıyor. Artan dünya nüfusunun nasıl besleneceği gittikçe önemi artan ve cevap verilmesi zorlaşan bir soru.

Bütün bu krizlerin etkisindeki Türkiye, öte yandan da on yıllardır güdülen neoliberal tarım politikaları, gittikçe düşen alım gücü, azalan ve vermsizleşen tarım arazileriyle kendine yetecek gıdayı üretmekte daha da zorlanıyor.

Su kaynaklarını, verimli toprakları kirleten; ekosistemleri tehlikeye atan, çiftçileri yerinden eden ekokırım faaliyetlerinin nasıl durdurulacağı tartışması da Türkiye’nin önündeki bir o kadar önemli bir konu.

Bunların gıda güvencemizi nasıl etkilediğini ve tarımdaki tabloyu, Boğaziçi Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyesi ve İstanbul Politikalar Merkezi uzmanı Prof. Dr. Fikret Adaman‘la konuştuk.

– Gıda üretimi hem insani krizlerle hem de iklim kriziyle baskı altında. Çiftçinin üretim girdileri artıyor, iklim krizi şiddetleniyor. Ne olacak?

“Aşağı yukarı tüm dünyada gıdadaki enflasyon oranı, ortalama enflasyon oranından yüksek: Arka planında ise pandeminin etkileri var.

Fakat etkisini en fazla tarım sektöründe göstermekte olan iklim krizi var. Artan aşırı sıcak gün sayısı, dolu, tayfun, hortum, gibi aşırı hava olayları, gerek sayısı gerek tahribat alanı artan orman yangınları, mevsimsel kaymalar…

Bununla beraber ciddi bir su sıkıntısı var. Yağmurlar artık çok daha şiddetli yağıyor, toprağın yağmuru tutma kapasitesi azaldı: Sel oluyor gidiyor, o sel suyunu tutamıyoruz ama selin getirdiği tarım alanı tahribatı da var.

Tüm bunları topladığımız zaman dünya ciddi bir sıkıntıyla karşı karşıya ve maalesef realite bunun artacak olması. Doğal olarak sektördeki enflasyon baskısının ortalama diğer sektörlerin diğer üzerinde olmasını getirmekte.

Çok kısa dönemli bir süreç olsa da bugünü anlamak için Rusya-Ukrayna savaşına da bakmalıyız. Her ikisi de ciddi buğday ihraç eden ülkeler ve Türkiye de başta olmak üzere bölge ülkelerini olumsuz etkilemeye başladı. Bu etkilerin de korkarım artması söz konusu. 

İklim krizi beklenmedik değildi

“Öte yandan yapılan simülasyonlarda iklim krizinin tarımı çok kuvvetli bir şekilde olumsuz etkileyeceği bilinmekteydi, bu yıllar öncesinden vurgulandı.

Yani pandemi gibi -ki pandemi tehlikesi olduğuna dair bile yılar önce yazanlar olmuştu- beklenmedik bir şey değildi.

Ama bu, kısa dönemde karlılığını ön planda tutan ve hükümetler üzerinde etkisi olan çok büyük şirketlerin çıkarlarına uygun düşmedi.

Genel olarak hükümetler de iklim kriziyle ilgili mücadelenin maliyetlerini üstlenmekten imtina etti, başka hükümetlein sorumluluk üstlenmesini ve bundan yararlanmayı bekledi. Yani iklim krizi ile ilgili atılması gereken adımlar atılmadı ya da çok az atıldı.

Şu anda da tarım sektöründe de iklim krizinine etkilerini azaltacak adımların dünya genelinde çok azı atılmış durumda. Evet doluya karşı ağaçların üstüne ağ germek, sele karşı tedbirler almak, farklı tohumlara , daha dayanıklı üretim sürecine geçmek, sulamada reform yapmak gibi iklim krizinin etkisini azaltacak önlmler almak tabii mümkün. Ama gerek Türkiye gerek dünyanın pek çok yerinde adımlar ya hiç atılmadı ya da geç atıldı.

Neoliberal politikaların son örneği olarak Kanal İstanbul

– Öte yandan bir de var olanı da bozmak ve harcamak eğilimindeyiz. Bunu nereye koyabiliriz?

Tam da böyle, bunun arka planına gitmek lazım, uzun bir tarihsel süreçten değerlendirilmesi lazım

Kabaca 1990’larda uygulanmaya başlayan neoliberal politikaların tarım sektöründe çok ciddi olumsuz etkileri oldu, aslında kamu desteğiyle ayakta kalması söz konusuydu. Bunlar çekilince çok etkilendi. Türkiye için de bu böyle: Tarım toprakları madene, turizme, yazlıkçılara, otoyola ayrılmaya başlandı.

Bunun en son ve çok olumsuz etkisi olacak bir örneği Kanal İstanbul‘dur.

İstanbul’un tarım hinterlandını büyük ölçüde olumsuz etkileyecek bir projeden bahsediyoruz. Çok büyük miktarda tarımsal alan buna ayrılacak ve şehirleşmeyle birlikte oradaki alanın önemli bir kısmında kayıp yaşanacak.

Türkiye’de tarımın olumsuz etkilenmelerini anlamak için arka plana baktığımız zaman, uygulanmakta olan neoliberal politikaları ve iklim krizini görüyoruz.

Ve ikisi iç içe geçmiş durumda, olumsuz bir sinerji yaratıyor.

Bunun daha gerisine de gidersek 1950 sonrasında uygulanan monokültüre geçme, tarımda modernleşme adı altında yüksek gübre kullanımı, yüksek su girdisi, makineleşme…

En başta topraktaki verim kaybı var, bunun da müsebbibi büyük ölçüde monokültür. Yüksek gübre kulanımı, kısa vadede üretimi artırsa da bir süre sonra toprağın kalitesini, verimliliğini düşürüyor. Dolayısıyla daha fazla gübre kullanmanız gerekiyor, böyle bir döngüye giriyoruz.

Bu konuda uyarıldı politikacılar, ama devam edildi.

Ortak akılla, uzun soluklu politikalar geliştirmeliyiz

– Ekolojik sorunların altından hep bir şekilde noeliberal uygulamalar, özelleşme çıkıyor. O zaman çözüm devlet destekli, kamu tekelinde bir tarıma geçmek mi Türkiye için? Keza pek çok çiftçinin de talepleri genellikle bu doğrultuda.

İlk yapılması gereken, bunun bir sorun olduğunu masaya yatırmak, arka planını iyi araştırmak, ‘bir iki tane stokçu veya zincirdeki aracılar vb.’ suçlamalarının ötesine giderek sistemik problemi anlamak.

Tabii bilim insanlarını, sektörün içindeki aktörleri, sivil toplumu da katarak yapmak: Son kertede, en başta çevre olmak üzere birçok başka alanı etkiliyor. Sosyal politikalardan etkileniyor. Çünkü Türkiye nüfusunun önemli bir kesiminin içinde olduğu bir sektörden bahsediyoruz, marjinal bir yerden değil.

Köyler boşlıyor, köylerde genç kalmıyor, bunun altını çizmek lazım. Burayı analiz ederken, bunu kamusal bir dert edinmemiz lazım. Öte yandan bütün bunların tartışılabiliyor olması, ortak akılla uzun soluklu politikaların geliştirilmesi lazım.

Bunun akabinde ise, evet benim önerim, burada mutlaka bir kamusal müdahelenin, bir kamu varlığının olması. Çünkü başka bir sektör için kamunun çok bir angajmanı olması gerekmeyebilir ama tarım öyle değil.

Bu kamusal müdahele nasıl daha sürdürülebilir, daha dayanıklı, daha adil bir sürece dönüşecek; burada Ankara’nın sorumluluğu ne olacak, yerel yönetimlerin yapabilecekleri nedir, sivil toplum hangi noktada devreye girebilecek… Bunun gibi soruların da tartışılması gerek: Türkiye’de istenen düzeyde yapılamayan şey bu.

Bazı yerel yönetimlerin sürdürülebilir, dayanıklı tarımı geliştirmek adına yaptığı güzel girişimler yok değil, var. Ama onun ötesinde merkezi anlamda bu konudaki çalışmaların yetersiz kaldığını maalesef söylemek zorundayım.

Zeytin Yönetmeliği değişikliği her şeyi özetliyor

– Türkiye’nin bu kadar verimli toprağa sahip olup bu kadar tarım ürünü ithal ediyor olmasının arkasındaki sebepler de mi bunlar?

Sonuçta ‘Bildiğimiz tarım bitti‘, Çağlar Keyder ve Zafer Yenal‘ın çalışmasına verdiği isimdi bu.

Büyük ölçüde tarım sektörü darbeye uğradığı için doğal olarak uzaklaşma oldu. Tarım toprakları azaldı, verim düşmesini ekleyin, iklim krizini de ekleyin.Tabii nüfus da artıyor, bunun baskısı var.

Son çıkan Zeytin Yasası her şeyi özetlemiyor mu: Tercihlerin ne yönde kullanıldığına dair çok somut bir örnek. Artılarının eksilerinin üzerinde tartışılmış, yıllarca konuşulmuş olduğu bir noktada hem ekolojik hem tarımsal oumsuz sonuçları olacağı gün gibi ortadayken, bu değişiklikle önemli bir darbe vuruldu. Maalesef çarpıcı bir örnek.

– Dünya Gıda Güvenliği Günü aynı zamanda insanları sağlıklı beslemekle ilgili. Oysa alım gücümüz ise çok düştü Türkiye’de. Bu bizi nasıl etkiliyor?

Gıda Türkiye’de özellikle düşük gelirli kesimlerin bütçesinde önemli bir kalem tutmakta ve yüksek enflasyondan dolayı bu kesimlerin alım gücü azaldı.

Şimdilik elimizde veri yok. Ama gıdadaki enflasyon ise ortalamnın da üzerinde, dolayısıyla bu kesimin çok ciddi şekilde olumsuz etkileneceği açık. Bunu öngörüyoruz ama kim ne kadar etkilendi, kim nasıl yaşıyor, ne kadar yiyebiliyor, içebiliyor, buna dair verimiz yok.

Ama korkum bu kesimlerin son derece olumsuz etkileneceği.

Tarih: 08.06.2022 Okunma: 438