[Arada Bir] Aşık Veysel – Yaşar Özürküt

YEŞİL GAZETE

Ankara Radyosu’nda çiçeği burnunda, yaklaşık bir yıllık prodüktördüm. Duydum ki Aşık Veysel kanser hastası ve Yüksek İhtisas Hastanesinde yatıyor. Ses alma makinası Nagra’yı sırtlayıp, ozanın odasına vardım. Oğlu Ahmet ve bir hastabakıcı vardı odada. Ahmet babasına yemek yediriyordu.

Veysel babaya geliş amacımı anlatıp, söyleşi için izin istedim. Sessizce Nagra’nın düğmesini açtım. Konuşmaları, efektleri kaydettim. Sonra da sohbete başladık.

-Veysel baba, radyocu olarak değil; bir dost olarak söyleşmek istiyorum sizinle. Benim özel arşivim var. Aşık Veysel arşivi. Ben bu arşivime ekleyeceğim bu söyleşiyi.

-Olur.

-Özeldir. Dostça… Radyocu olarak değil, eğer bu rahatlıkta konuşacaksak konuşalım. Yoksa yarın, ya da başka bir gün gelirim.

-Bugün konuşalım.

-Şimdi şöyle diyeceğim. Bende birçok bandınız var. İstanbul Radyosunda Neriman Tüfekçi ile yaptığınız bir saatlik söyleşinin kopyasını da arşivime aldım. Kime gerekli olsa, benden alır kullanır. Bugünkü söyleşide o bantlarda olmayan soruları sormak istiyorum. Sizce halk kültürü, halk şiiri, halk müziği ne anlamdadır. Sizin anladığınız anlamda bunların tanımı nedir. Bize kısaca der misiniz?

-Bizde halk şiiri bayağı bir nasihat anlamındadır. Şiirlerin içinde sözler vardır ki, yani bir ata cevabı gibi, daha üstün anlamlar vardır. Duygular da şudur ki; insanlar tabii müzik ruhun gıdasıdır. Onun için kendi memleketimizin şiiri veya havaları hoşumuza gelir. Her memleket de öyledir. Bu o anlamdadır.

-Ben şunu anlıyorum, şimdi halkın şiiri, müziği, halkın günlük yaşamından oluşuyor ve halkın anlayacağı, yani halk dediğimiz daha çok köylü, işçi taban olan insanlarımızın anlayacağı bir dolu sözü bir arada öz olarak deyiş… Bunu demek istiyorsunuz.

-Evet evet.

-Ben konuşmalarımda sık sık dile getiririm; benim sayfalar dolusu yazıyla anlatamadığımı Aşık Veysel ‘Benim sadık yârim kara topraktır ‘ diye bir mısrada bütünlemiştir derim. Siz de bunu özetlediniz. Ben kimi çevrelerin yakıştırdığı gibi, son halk ozanı Aşık Veysel’dir yakıştırmasına katılmıyorum. Fakat şu bir gerçek, Aşık Veysel’in yeri Türk halk kültüründe ayrıdır ve öyle kalacaktır. Peki, sizin kuşaktan, sizin yanınızda, çağdaşınız olarak, beğendiğiniz halk şairleri kimlerdir?

-Valla, orası işte… Kimseye iyi veya kötü diyemem. Sebebine gelince, bir bahçede elli çeşit meyve ağacı olur. O ağaçlar birbirinin meyvesini bilmez. Kokusundan da tatmaz. Yalnız onu insanlar yer. Şu ekşiymiş, şu tatlıymış, şu daha mayhoşmuş, o kıymeti onlar verir. Biz şimdi ona benzer bir şeyiz ki, ben Ahmet iyidir, Mehmet kötüdür diyemem. Demeye haddim yok. Onun için, bu hususta özür diliyorum.

-Estağfurullah, ben zaten iyi kötü ayırımını istemedim.

-Beğendiğiniz dediniz ama.

-Evet.

-Benim için hepsi iyidir. Hepsinin, her iyinin bir kötü, her kötünün bir iyi tarafı vardır. Buna, olduğu gibi hepsine iyi diyemeyiz ki. Onun için birisi senin hoşuna gider, iyi dersin; O birisi onun kötüsüne gider istemez. Bunlar âlemin arzusu bir yere bağlı değil ki. Herkesin ayrı ayrı görüşü, duygusu var.

-Peki, o zaman, sizden önceki kuşaktan Karacaoğlan, Dadaloğlu, Pir Sultan kuşağından her ne kadar okuma-yazma olanağı bulamadıysanız bile, kulağa geldiği kadarıyla sizin tercihiniz; ya da benim şu an sayamadıklarım arasında Emrah’tan daha eskilere kadar beğendiklerinizi söyleyebilir misiniz?

-Beğendiklerim, işte Karacaoğlan, Pir Sultan, Emrah, Dertli, sonra bizim orada varmıştı, onların adı pek yayılmıyor. Türabi Dede isminde birisi varmış. O Hacı Bektaşi Veli’nin dergâhında postnişin imiş. Ondan biliyorum ezberime birkaç şiir. Aşık Veli, Kemter Baba, ondan sonra birçok âşık var. Onlar da bizim oralı. Âşık Kemter 1225 senesinde hayatta imiş. Şiirinin birinde şöyle söylüyor. Bir gün çiftten gelmiş. Konya’dan evliymiş. Kendisi bizim Kale Köyü var, oradan. Çiftten gelmiş, hanımı ayağını soymuş, yıkamış cezveyi ocağa sürmüş, kahve pişirecek, karısına dönmüş: ’Konyalı ‘ demiş. ‘Buyur Kemter Baba’ demiş karısı. ’Kahve acı, tütün acı doyurur mu üç ac’ı bir açı’ demiş. Yani ‘açım’ demek istemiş. Bunların evde türkülerini deyişlerini çok ezberledim. Ve kendim yazana kadar bunların şiirleriyle çalıp çığırıyordum. Kendim yazdıktan sonra onları bıraktım. Hatta kullanmayı kullanmayı unuttum onları.

-Şimdi benim bir sorum da şu: Şiirlerinizde sürekli aşama var. Yani çok dar bir görüşten, sürekli geniş dünya görüşüne doğru bir gelişme var. Bunu neye bağlıyorsunuz? Yani şiirlerinizde sürekli halka yaklaşan bir aşama var. Bunun gerekçelerini siz söyleyebilir misiniz? Bunu şunun için istiyorum; yeni başlayanlar var, sizden sonraki kuşaklar olacaklar var. Bunlara çalışmalarında örnek olsun istiyorum bu yanıtı.

-Evet, ama yine aynı dediğime geliyor ki, herkes bir yüzden seviyor. Birisi birinin hoşuna gidiyor, biri ötekinin. Yalnız şu var ki, söylenen sözde bir öz olması lazım. Özü olmayan söz hiçbir şeye benzemez. Yaşamaz. Onun için öz var umut ediyorum benim söylediğim sözlerde.

-Yani halk kendinden yaşantısından bir parça buluyor.

-Evet evet… Mesela ben, bu şey olmaz ama icap etti söyleyim… Şeyde İstanbul’da geldiler ‘gözlerini açalım’ dediler. İstemem dedim…’ Yahu nasıl olur da istemezsin. Bu fırsatı insan kaçırır mı?’ dediler. İstemem dedim tekrar. ‘Sebebi’ dediler. ‘Sebebiyse, ben şimdiye kadar kafamda bir yuva kurmuşum. Gözüm açılırsa, o yuva dağılır. Tekrar kurmaya imkân olmaz. Bu yuvayı dağıtmak istemiyorum’ dedim. Adamlar da gittiler. Onun üzerine şunu yazmıştım. Siz diyorsunuz ki geniş anlamlar var şunlar bunlar:

“Bir küçük dünyam var içimde benim,/ Mihnetim, zulmetim bana kâfidir/ Görenler dar görür geniştir bana,/ Sohbetim, ülfetim bana kâfidir./ İstemem dünyanın saltanatını,/ Süslü giyimini Arap atını,/ Bilirsem Türklüğün var kıymetini,/ Vatanım, milletim bana kâfidir./ İsterdim hayatta düşmanla savaş,/ Milletime kurban olayıdı bu baş,/ Nasip değil imiş, şehitlik kardeş,/ İmanım niyetim bana kâfidir./ Dünya geniş olsun, ister dar olsun,/ Yeter ki kalbinde iman var olsun,/ Her zaman milletim bahtiyar olsun,/ Bu rütbem, mesnedim bana kâfidir./ İçimde beslerim, bir büyük ordu,/ Çınlatsın düşmanı, yükseltsin yurdu,/ Azmi, zihniyeti Veysel’dir derdi,/ İşte bu niyetim bana kâfidir.”

Benim âlemim, herkesin âlemine karşı bir âlem değil. Çünkü dünyadan bihaberim. Dünyayı gezdim, ne gördüm. Hiçbir şey görmedim. Yalnız dünya beni gördü. Ben dünyada gezdim, işte Ankara’dayım ne görüyorum. Hiç. Ama âlem beni görüyor. Benim dünyaya gelişim, gidişim bu şekilde.

-Fakat öyle bir dünya görüşü var ki sizde; herkesin göremediğini görüyorsunuz. Biz ağacı görüyoruz, fakat sizin görüşleriniz gibi göremiyoruz. Bu görüş Karacaoğlan, Pir Sultan, Dadaloğlu gibi, ya da Aşık Veli, Kemter Baba gibi asırlar ötesine kalacak bir görüş, bir deyiş. Fakat onların şanssızlığı, teybin, bantın, plağın, pikabın olmayışı.

-Olmayışı evet.

-Böyle canlı kalamamışlar. Şimdi ben sizden, çok özel bir şey isteyeceğim. Diyeceğim ki Aşık Veysel, 2000 yılında, ya da 2100 yılında, Allah hepimize uzun ömür versin ama her halde 2000 li yıllarda olmayacağız.

-Olmayacağız.

-Ama radyo olacak ve şu bant kalacak radyoya. Diyeceğim ki Aşık Veysel 2000’li yılların kuşağına sesleniyor, fakat kendisi yok. Biz de yokuz. Aşık Veysel o kuşağa ne der?

-Eveeet. Aşık Veysel o kuşağa ne der…

-Evet, şöyle söyleyeyim, yani istediğiniz gibi söyleyin. Ben hiç karışmayayım. Düşünün ki bizler yokuz dünyada. Fakat radyo var, dinleyicilerimiz var.

– Onlara söyleyişim şu olacak: Çalışmak, azim, fikir. Efendime söyleyeyim, bunlar mevcut olacak. Dönmeyecek azminden insanlar. O azminden dönmeyen insan, muhakkak erinde geçinde arzusuna ulaşır. Fakat azim deyince o da, biri yani yanlış yola azim etmiş, o muhakkak yolda kalır. Fakat doğru yola azmederse, o kendini bir selamete çıkartır. Ve ismini baki kor dünyada, kendi de baki kalmış olur. Yoksa yanlış yola azmetmiş, onun muhakkak bir gün kafasına vururlar. Ondan hayır çıkmaz. Çıksa kalsa bile herkes nefret eder. İnsanlar iki şeyle anılır; biri nefretle, biri rahmetle. Nefretle anıldıktan sonra, hiç anılmasın.

-Eveet bunu diyorsunuz. Bu bandı ben kopya ettirip, Türkiye Radyoları arşivlerine koyacağım. Bizlerden sonraki kuşaklara armağan edeceğim. Kopya fazla dağılmayacak. Öyle sağlam bir şekilde kalacak. Farz edin ki, yüz sene sonra bu bandı koyacaklar ve yüz sene önceden sizin anonsunuzu dinleyecekler. Bu anlamda bir ses verebilir misiniz bana?

-Nasıl ses veririm… Ses veremem ki.

-Düşünün ki, yüz sene sonra radyoda bu bant yayına girecek; Aşık Veysel de yok, Yaşar Özürküt de yok radyoda…

-Nasıl söyleyeyim, onu da şöyle bir şey var: “Varlığım, yokluğum bir Veysel adım,/ Kalacaktır gök kubbede ses kadim,/ Bunca yıldır kendi kendim aradım,/ Hiçbir türlü bulamadım ben beni.”

-Bu dörtlüğü şimdi mi yaptınız, önceden mi vardı?

-Önceden.

-Fakat söylemek istediğinizi bu dörtlükle söylüyorsunuz.

-Evet evet. Ses kadim kalacak.

-Peki, çok teşekkür ederim. Yordum sizi. Sağlık dilerim.

Bu söyleşiyi 21 Aralık 1972 günü yapmıştım. Veysel Baba için gün sayıyorduk. Kanser hastasıydı. Ve hastalığı ilerlemişti. Konuşurken zorlanıyordu. Onun için söyleşiyi kısa kestim. Sonra da akşam evde ses kaydını metne döktüm. Bir şişe Truva kanyağı eşliğinde, sabah gün ağarana dek, hem kaydı deşifre ettim; hem de yer yer söyleşiyi Veysel babanın müzikleriyle besledim. “Ulu bir çınardan, bir yaprak daha düştü. İnledi, inletti” diye programa başladığımı anımsıyorum. Final müziği olarak da “Ben gidersem sazım sen kal dünyada” yı kullandım. Acele ediyordum, çünkü her an Veysel babayı yitirebilirdik. Program hazır olsun istiyordum.

Erkenden radyoya gittim. Bir gün önceden ses alma ve montaj yerimi ayırtmıştım. Spiker Filiz Ercan ve Attila Sarıkayalı stüdyoya girerken, üzüntülü bir sesle ”Sizlere ömür. Aşık Veysel’i yitirdik. Metnini yazmak bana; seslendirmek de size düştü” dedim. Filiz’in gözleri yaşarmaya başladı. Attila da öyle… Duygulu, üzgün okudular metni. Stüdyodan çıkarken, işin gerçeğini söyledim spiker arkadaşlarıma. Tabii, Filiz’den de zılgıtı yedim. İki günlük montaj çalışmasıyla, programı tamamlayıp, yayın şefliğine verdim. Yayın fişine da “Aşık Veysel’in ölüm günü yayına girecektir” diye not düştüm. Aradan üç ay geçti. 21 Mart 1973 günü, bu kez gerçekten yitirdik Aşık Veysel’i. Öğle haberlerinin ardından, benim programın anonsu yapıldı. Akşam 19.30 haberleriyle de yayımlandı program. Ankara Radyosu olarak, televizyona ve diğer radyolara far aktarmıştık.

Yaşar Özürküt, Ankara, Hasandede Köyü’nde toplu dinleme ve söyleşide, 31 Mart 1975

Aşık Veysel’e, belki haddimi de aşarak bir söz vermiştim. Yayımladığım programdaki ses TRT arşivlerinde kalacaktı. Ve de Aşık Veysel’in; bugüne göre 45 yıllık, yarınlara göre, belki de yüz yıl sonrası için, halkımıza; dinleyenlerimize nasihatları, mesajları iletilecekti.

Jülide Gülizar, Yaşar Özürküt ve Turhan Sabuncuoğlu, 12 Eylül 1991

Araya giren 12 Eylül darbe günleri beni TRT’den kopardı. Yayın bantım da sizlere ömür… Ya adımdan ötürü yok edildi; ya da arşiv değeri bilmeyen, TRT’nin kurumsal sorumluluğunun bilincinde olmayan, Aşık Veysel’e sevgisi, saygısı olmayan bürokrat kadroların gadrine uğradı program. Bendeki tek kopya yayın bantı da, 12 Eylül sonrası, evimdeki aramalarda götürülmüş olduğu için, çok özel olan programın yayın bantı ortalarda halen yok. Orijinal ham bantıma da yıllar sonrası, mültecilik dönüşü bir arkadaşımın duyarlılığı sayesinde kavuştum.

İstanbul Radyosu Prodüktörü Osman Nuri Boyacı’nın önerisi ve Radyo Müdürü Kenan Bölükbaş’ın duyarlılığı ile ölümünün 45 inci yılında, Veysel babaya verdiğim sözü yerine getirme fırsatını buldum. 55 dakikalık bir programla, Aşık Veysel’in mesajlarını, dileklerini ve nasihatlarını halkımıza ulaştırdık. Programın, TRT İstanbul Radyosu arşivlerinde korunacağına ve gelecek kuşaklara aktarılacağına inanıyor; Veysel babanın deyişiyle “SES KADİM KALACAK” diyorum.

 

 

Yaşar Özürküt

Tarih: 01-04-2018 Okunma: 815