Ustanın sırrı

YEŞİL GAZETE

Bütün ustaların ortak bir yanı var. Hemen hepsi az konuşur. Bilgilerini, görgüleriyle perdeler.

Sabuncu Mehmet Kaygın, Çamtepe Ekolojik Yaşam Merkezi’nde geçen aylardan birinde, sabun yaptı bizim için. Kalabalık bir gönüllü grubuyla etrafında toplanmıştık. Arada sırada istediği birkaç malzeme ve sorduğumuz sorulara verdiği mütevazı cevaplar dışında laf çıkmadı ağzından.

Bu varilin içindeki ne? Kaç litre yağ koydun? Tuzu ne yapacaksın? Sıcaklığı niye ölçüyorsun? Sabun oldu mu şimdi bu? Ardı arkası kesilmeyen ve olağanüstü tuhaflıktaki soruları dinliyor, biraz duraksayıp net ve kısa bir cevap veriyordu. Tıpkı bir simyacı gibi elinde tuttuğu camdan bir ısı ölçeri sabun balçığına daldırıp çıkarıyor, derecelerine bakarak birtakım kararlar veriyor, bir sonraki adımını anlıyordu. Anlıyordu diyorum, çünkü önceden ne yapacağını biliyor gibi de değildi. Sanki her adımda tekrar tekrar bakıyor, yeniden anlıyor ve ilk defa olarak o an yeni bir karar veriyordu. Uzun zamandır araştırdığımız, her önümüze gelen köylüye de sorduğumuz “Küllü sudan sabun nasıl yapılır” sorusunu ona da sorduk. Bu, cevabı unutulmuş, kırsal hafızanın tozlu bir köşesinde kalmış bir soruydu. O da belli ki tam bilmiyordu ama yine de bir cevabı vardı.


Safranbolu’da geleneksel el zanaatlarını
yaşatanlardan biri de bakırcı ustası Mustafa Özdal.

Cevaplar bir köşede birikedursun, sürekli soru soran bizlerin iştahını doyurmaya yetmez. Bilginin fiziksel bünyesini öğrendiğimizde yani ona sahip olduğumuzda öğrendiğimizi sanıyoruz. Oysa bilginin içindeki zamana bağlı deneyimi nereden öğreniyoruz? Sakin bir kavrayışla bilgiye kendimizi nasıl açıyoruz? Ona sahip olma, faydaya çevirme gibi telaşlarımız olmaksızın ya da yargı yüklenmemiş haliyle safça bilgiyi hangi yollarla arıyoruz?

Bunlar, ustanın hareketleri içindeki dinginlikte saklı. Her hareketi sakin, bir sonrakinin ne olacağını, elindeki süzgeci nereye koyacağını, ne zaman tekrar eline alacağını önceden biliyor edası var her anının içinde. Gerçekten biliyor mu?

Bana sorarsanız, bizim anladığımız şekilde bilmiyor. Projelerimizi yazdığımız, işlerimizi planladığımız şekilde önceden bilmiyor. O anda karar veriyor da değil. O an, o hareket kendini belli ediveriyor, bir başka deyişle kendini ustaya gösteriyor. Bütün dikkati ile orada, her şeyiyle kendini odaklıyor, yaptığı işin her parçası ile bütünlük içerisinde. Aksi durumda, yağ ile kostik birleştiğinde ortaya çıkacak olan fokurdama sırasında yanabilir, varilin altında yanan ateş sıçrayıp ormanı yakabilir veya sabunun kıvamı tutmaz, heba olabilir. Hiçbiri boş verilemeyecek kadar hayati riskler.

Ustanın çalışması gözlere öylesine basit ve zevkli geliyor ki, elinden kullandığı aleti sabırsızca alıp yapmak istersiniz. Yapabileceğinizi düşünürsünüz. Alsanız ve o da verse bir ihtimal, ne yazıktır ki yapamazsınız.
Adına “püf noktası” denen bilgiyi ancak aynı şeyi sadece yaparak, defalarca yaparak öğrenirsiniz de ondan yapamazsınız.

İstanbul Öğümce köyündeki Cam Ocağı’nda bir ustayı iki saat sabit şekilde izlemiştim. Çeşmibülbül yapıyor idi. Elindeki sopayı, mai cam kovasına batırıyor, bir parça cam alıyordu. Gariplik şurda ki, bu cam parçası her seferinde aynı miktar oluyordu. Hani ölçüversek belki mikro düzeyde bir farkı ancak bulabilirdik. Şekil verdiği camı suya sokmadan önce gözlüğünü ve kerpeteni sehpanın üzerine aynı şekilde koyuyordu. Her hareketi, aynı süre içinde, aynı şekilde, aynı sırayla ve aslında çok da kısa bir süre içinde tekrarlıyordu. Sıkılmadan, duraksamadan, hep kendini vererek.

Ustanın sırrı, sabunun formülünde, camın kıvamında, ahşabın budağında değil. Ustanın sırrı; sabırda, şuurlu şekilde
kendini bırakmakta, yaptığı her ne ise onda yok olmakta. Dünyanın sıhhatinin sırrı da yaşam ustalığı için uğraşan insanda.

Eskiden kız vermeden sorarlarmış: “Senin ustan kim?” Herkesin bir ustası varmış. Ustanın icazeti özgeçmiş yerine
geçermiş. İnsan, ustasıyla anılırmış. Zira ustaya çırak olmak isteyenin de, ustanın da sayısı şimdiki gibi kıt değilmiş.

Hepimizin bir ustaya ihtiyacı var. Ki gün gelip de bizi beğendiklerinde “Ustan kim” diye sorduklarında gösterecek bir maharetimiz, namımız olsun.

Bu yazı ilk olarak Atlas Dergisi’nin yıllar önce yayımlanan bir sayısında yer almıştır

 

Güneşin Aydemir

Tarih: 25-03-2018 Okunma: 742